öksüz türklüğüm aklıma geldikçe, kendimi babasını hiç tanıyamamış yetim bi çocuğa benzetirim.
her taşın altına baktım, her şeyi okudum yine de senin fikirlerini, senin duygularını hissedemiyorum ve anlayamıyorum.
ve işin boktan tarafı ben deştikçe bütün her şey beni bunlardan uzakta tutmak için dizayn edilmiş gibi geliyor.
yalnız ve zayıf hissettiğimde* konuşmak istediğim adam. karakter olarak hakkında edindiğim fikirlerden biri, ateşleyici enerjisi. bir işi yapması doğrultusunda karşısındakine aşıladığı ilham ve özgüven duygusu. bazen her şeye olan motivasyonumu kaybettiğimde düştüğüm karanlıktan beni çıkaracak perspektifleri bana gösterebilecek yegane ışığın onda olabileceğini düşünüyorum. kim bilir bu kadar yetkin bir ruhsal güce ulaşmak için kaç kere düşmek ve kendi başına kalkmak gerekir.
sanıyorum en çok bu yüzden büyük adam. (zira şuan gülüyordur.)
''Büyüklük odur ki, hiç kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın, memleket için gerçek ülkü neyse onu görecek, o hedefe yürüyeceksin. Herkes senin aleyhin de bulunacaktır. Herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır. işte sen bunda karşı koyuşları yok eden olacaksın. Önüne sayılamayacak güçlükler yığacaklardır. Kendini büyük değil küçük, zayıf, araçsız, hiç sayarak, kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak bu güçlükleri aşacaksın. Ondan sonra sana büyüksün derlerse, bunu diyenlere de güleceksin. ''
neyse. bir evladın samimi bir isyanı olarak girilmiş bi entrydir. ricam, artı oy vermeyin. içini dökmüş deyin geçin.
zamanında başına geldiği* milletten kanunlarla yasalarla hapis cezalarıyla korunmaya çalışılan kişidir. madem çok günahsız madem çok masum ve kahraman haydi açalım arşivleri ne duruyoruz? günde kırk tane tarihi belge koyuluyor buraya siz neyin kafasını yaşıyorsunuz? gerçekleri görün artık. kendi milletinizle barışın ...
Bazı ülkelerde devletin erkeğe verilen hakların çoğunu kadına vermiyor olması, aile içinde erkeğin kadın üzerinde egemen oluşu. evlenene kadar babası kadının velisi evlendikten sonra kocası. hala 16 ülkede kadınların çalışmasını kocaları bir imzayla yasaklayabiliyor.
Ailemdeki erkekleri düşündüm hiçbiriyle kafam uyuşmaz ama bana, anneme her istediklerini zorla yaptırabileceklerdi eğer o ülkelerden birinde yaşıyor olsaydım.
Eğer atatürk olmasaydı o ülkelerden birinde yaşıyor olacaktım. Bir kadın olarak senin kurduğun ülkede doğmuş olmak ne büyük şans. Gece gece bunları düşünüp şükran duyuyorum sana atam.
89 yılda, nereden nereye geldiğimizi hala göremeyen vatandaşlarımıza ithaf olunur...
Fransa"da çok meşhur bir sözlük vardır; Larousse
Bu sözlükte bir kelime var; ""décapiter""...
Bu kelime, 1931 yılındaki sözlükte; ""boynunu vurmak"" diye ifade ediliyor.
Kelimenin bir başka anlamı daha var; ""Kazığa oturtmak"", yani sivri bir kazık hazırlamak ve kazığın bir ucu insanların ağzından çıkacak şekilde üzerine oturtmak.
Vahşi bir uygulama.
Burada, kazığa oturtmak deyiminin manasını açıklığa kavuşturmak için örnek veriliyor:
""Türkler, bugün bile esirlerini kazığa oturturlar.""
Atatürk bunu öğrenince, Fransız Büyükelçisi"ni yemeğe davet ediyor.
Elçi, diğer elçilere böbürleniyor, hava atıyor; Atatürk tarafından davet edildiği için.
Köşke geliyor, yemekler yeniyor.
Atatürk tabii bir şekilde, Elçiye bu kelimenin anlamını soruyor.
O da bildiği anlamı söylüyor.
Atatürk; ""Kelimenin başka bir anlamı var mı?"" diye sorunca, Büyükelçi; ""Bunu söylemek için sözlüğe bakmam gerekir"" diyor.
Atatürk; daha önce hazırlamış olduğu ve çalışanlarına öğütlediği şekilde Larouse"u getirtip, Büyükelçinin önüne koyduruyor.
Elçi, daha işin nereye kadar gideceğinin farkında olmadan hevesle okumaya başlıyor.
Ancak kelimenin karşısında ""kazığa oturtmak"" konusunda verilen örnek cümleye gelince, ancak yarıya kadar okuyabiliyor ve yarısından sonra yutkunarak Atatürk"ün yüzüne bakıyor.
Atatürk diyor ki:
""Demek ki biz Türkler; bugün de esirlerlerimizi kazığa oturtuyoruz öyle mi, öyle mi sayın Sefir? Sözlüğünüze böyle yazmışsınız, bu doğru mu?""
Sefir, hemen sözlüğü biraz karıştırıyor ve bir kaçamak noktası bularak diyor ki; ""Efendim bu sözlük; Katolik Kilisesi"nin matbaasında basılmış, bildiğiniz gibi biz laik ülkeyiz, kilisenin yaptıklarının bizim hükümetimizle bir ilgisi yok. Bizi ilgilendirmez ve biz kiliseye karışamayız.""
Atatürk:
""Öyle mi efendim, siz laik bir ülke olduğunuz için demek ki kiliselere karışamıyorsunuz. Öyleyse ben de yarından itibaren istanbul"daki kiliselerin kapılarına koca birer kilit astırıyorum"" diyor.
Bunu duyan Sefir, birden ayağa kalkıyor ve; ""Ekselans, protesto ederiz"" diyor.
Bunun üzerine Atatürk;
""Hani sizi ilgilendirmiyordu, karışmıyordunuz?"" diyor ve ilgililere dönerek; ""Sefire yolu gösterin"" diyerek, bir anlamda onu kovuyor.
Sonra ne mi oluyor?
Tabii Fransız hükümeti; laiklik söylemlerini bir tarafa bırakıyor, hemen o sözlük toplatılıyor ve yeni baskısında o cümle çıkarılıyor.
Bu muhteşem tavır;
- Askerimizin başına çuval geçirildiğinde sessiz kalan,
- Karakollarımıza komşu bir ülkeden saldırılar düzenlenip şehitler verdiğimizde, harekete geçmeden önce icazet almak için okyanus ötesine giden,
- Fuarlarda, ülkemizin bir bölümünü kurdukları kukla devletin parçası olarak gösteren haritalar asanlarla, hala resmi temaslarda bulunan değerli yöneticilerimize
ve
- 89 yılda, nerelerden nerelere geldiğimizi hala göremeyen aziz vatandaşlarımıza ithaf olunur..
izmir Hâkimiyeti Milliye Okulunda öğretmendim. Okulumuz bir çocuk balosu hazırlamıştı. Çok mutlu bir rastlantı ile o gün ATATÜRK de izmir’de bulunmaktaydı. Onu da davet ettik.
--Acaba gelecek mi?” diye hepimiz heyecan içindeydik.
--Geliyor.” denildi.
Koştuk, karşıladık. Gülümseyen bir yüzle ellerimizi sıktı. Yanında yaverler, paşalar vardı. Koca salon heyecandan karmakarışık olmuştu. Büyük küçük herkes onu yakından görmek, sesini duymak için çırpınıyordu. Zorlukla ortalığa bir düzen verdik.
Öğrencilerden Ali ortaya geldi. Çocuk heyecandan
bocalıyor, bir şeyler bulup söyleyemiyordu. Derken küçük Ali coştu. Kendinden geçti. Kollarını ona doğru uzatarak içten gelen bir sesle:
--Senin ismini andıkça, senin resmine baktıkça, seni karşımda görünce damarlarımda bir şeylerin kaynadığını duyuyorum. Ah! Seni doya doya öpmek istiyorum, diye haykırdı.
O zaman o da kollarını açarak:
--Öyleyse gel öp! dedi.
Ali koştu, boynuna atıldı. Öteki çocuklar dururlar mı?
--Biz de, biz de!...diye bağrışarak koştular. Kucağına atıldılar. Öptüler, öptüler. Heyecandan, sevinçten ağlıyorduk. Yaverler, paşalar ve hatta kendisi bile...
Evet, yaptığı harplerin heyecanı, kazandığı zaferlerin sevinci belki onu ağlatmamıştır. Fakat bu bir avuç Türk yavrusunun içten gelen coşkunluğu onu sarsmış, heyecandan gözlerini bulandırmıştı. Gözlerine dolan yaşları tutmak için dudaklarını ısırdı. Sonra heyecandan titreyen bir sesle yanındakilere hiç unutamayacağım şu sözleri söyledi:
Ustura Kemal'in çizeri Haldun Sevel usta anlatıyor:
"ANNEANNE, ATATÜRK NE DEMEK?
Resim, anneannem ve ben 1950...
4 ya da 5 yaşında idim 1952-53 yılı olmalı...
Bir gün Anneannemle el ele Söğütlü çeşmeden Altıyola doğru yürüyorduk...
Yol kenarındaki tezgahında kitap satan bir satıcı vardı...
Çok iyi hatırlıyorum...
Atatürk'ün kitapları yerde idi...
Anneannemin kitap satan adama bağırdığını hatırlıyorum...
''-Atatürk'ün kitapları niye tozun toprağın içinde, onları tezgahın üstüne koysana' demişti...
Kitap satan aptalın da ne dediğini çok iyi hatırlıyorum.
-'amaaan teyze hanım ölmüş gitmiş adam ne olacak'...
işte o anda, anneannem benim elimi bıraktı ve tezgahtaki kitapları adamın üstüne atarak, Atatürk kitaplarını tezgahın üstüne koymaya başladı, adam önce mani olmaya çalıştı ama, sonra o ufacık kadından korktu kaçtı...
Anneannem ağlıyordu,niye ağlıyordu?
Onu bu kadar üzen neydi merak etmiş olmalıyım, yolda -'anneanne' dedim
-''Atatürk ne demek?''
işte o anda istanbul'un işgalinde Kamile bebeği ile (annem) açlık ve bakımsızlıktan verem olmuş, kocasını kurtuluş savaşına helal edip 28 yaşında dul kalmış anneannem, çömelip kollarımı tuttu, gözyaşları içinde bana aynen şunları söyledi...
- Atatürk demek, şerefli insanlar olmak demektir, Atatürk demek bu sokaklarda korkmadan yürümek demektir, bu sokağa, bu şehre, bu memlekete, benim memleketim diyebilmektir, anladın mı oğlum?
-'anladım' dediğimi de hatırlıyorum...
Öylesine anlamıştım ki, aradan 60 yıl geçti hala unutmadım Atatürk'ün ne demek olduğunu.