Cenaze, 19 Kasım sabahı erken saatlerde Ankara’ya nakledilmek üzere saraydan alınacaktı. Hazırlıklar devam ederken rahmetlinin kız kardeşi Makbule Hanım katafalkın bulunduğu yere geldi, ''Cenaze namazı kılınmadan Mustafa’mı hiçbir yere göndermem!'' diye avaz avaz bağırdı ve gidip tabutun yanıbaşına oturdu.
Ortalık birbirine girdi. Bazı işgüzarlar ‘Ankara’dan emir geldi hanımefendi, yapmayın, etmeyin’ diye Makbule Hanım’ı sakinleştirmeye çalışacak oldular ama hanımefendi daha da hiddetlendi, ‘Namazı kılınmadan burayı terketmem! Beni kolumdan tutup dışarıya atmadan ağabeyimi götüremezsiniz’ dedi. Maiyet erkânı daha da telâşlandı ve ne yapacaklarını sormak için Ankara’ya telefon açtılar.
Aradan yarım saat geçtikten sonra Ankara’dan yeni talimat geldi. ‘Gözlerden uzak bir şekilde, mümkün olduğu kadar az bir cemaatle, dışarıya da hiçbir şekilde aksettirilmeden kılınsın; kat’iyyen fotoğraf çektirilmesin ve namazın kılındığı protokol kayıtlarına da aksettirilmesin’ deniyordu. Makbule Hanım’ın namazın camilerden birinde kılınması yolunda ısrar edebileceği düşünülerek zamanın Diyanet işleri Reisi Rıfat Efendi’den (Börekçi) sarayda kılınabileceği konusunda fetva da alınmıştı.
Yanlış saymadı isem, cemaat ben dahil olmak üzere 11 kişiden ibaretti. imamete, Şerefeddin Efendi geçti (dört sene sonra, 1942’de Diyanet işleri Reisi olacak olan din âlimi Şerefeddin Yaltkaya) ama o senelerde Arapça ezan ile tekbir yasaktı ve ne yapacağımız hususunda kararsızdık... Arapça tekbir getirdiğimiz takdirde devletin, Türkçe okuduğumuz takdirde de Makbule Hanım’ın hışmına uğramamız ve hanımefendinin ‘Yeniden, doğru dürüst kılın’ demesi ihtimali vardı.
Tabutun önünde saf tuttuk, Şerefeddin Efendi imamete geçti, tekbiri ‘Tanrı uludur’ diye Türkçe getirdi, namaza başladık ve Efendi diğer üç tekbiri de Türkçe getirdi. Sıra ‘Esselâmü aleyküm ve rahmetulah’ diye selâma gelmişti, Şerefeddin Efendi her iki selâmı da ‘Esenlik üzerinize olsun’ diye yine Türkçe verdi.
Şerefeddin Efendi selâmları vermek için başını her iki yana çevirdiği sırada çehresinde acı bir tebessümün mevcudiyetini hisseder gibi oldum ama bilmiyorum, belki de yanılmışımdır...
Makbule Hanım, namazın kılınmasını salonun bir köşesinde ağlayarak ve dualar ederek takip etti ve çok şükür korktuğumuza uğramadık... Tekbirin ve selâmların Türkçe olmasına bir şey demedi; belki de ağabeyini kaybetmiş olmanın verdiği elemden farketmemişti.
Namaz bittikten sonra kapılar açıldı, askerler geldiler ve tabut saraydan çıkartılıp avludaki top arabasına yerleştirildi...”.
diyanet işleri hiç bir sakıncasının olmadığını belirttiğine göre ve kutsal kitabımız kuran'ı kerim'de de caiz olduğu belirttiğine göre tartışılacak hiç bir yanı olmayan konudur.
ayrıca bazı kendini bilmezlerin atatürk'e "dinsiz" yakıştırması yapmasına şu cevabı veriyorum.
"madem atamız dinsizdi, o zaman neden vefat etmeden önceki sözü "aleykümmeselam" idi ?"
yobaz sorusu. açık açık yobazlıktır bu. kurtuluşu ve ilerlemeyi islam'da görenlerin sorusudur. bu demek değildir ki efendim islamiyet yok olmalı. hayır asla öyle demiyorum. islamiyet elbette ki olmalı, son hak din olduğu her yerde açık açık belirtilmiştir. lakin bunu devletin içine sokmanın manası yoktur. teokratik devletlerin uzun süre ayakta durması saçmalıktan ibarettir. osmanlı'ya bakmayın, o süper güç idi, şartlar uygundu vs... günümüz dünyasında imkansızdır. bu yobazların istediği şey kadınların taşlanarak öldürülmesi. kendi ağızlarıyla söyleyenleri var içlerinde. islam'ın emirlerinden o kadar habersizler ki. bakara suresi'nin kaç ayet olduğunu bilmeyen şeyhlerin peşindeler. kemalizm denen şeyin ismet inönü kanunları olduğunu bilmeyecek kadar da cahiller. araştırmadan sorgulamadan her şeye inanıyorlar bunlar. dogmatik kurallarla doğmuşlar, öyle yaşıyorlar, öyle de ölecekler. islam'ın emirlerinin yerine getirilmesine şu ülkenin hangi kanunu karşı, hangi kurumu karşı? kim orucunu tutamıyor ramazan'da, kim teravihe gidemiyor, ya da kim zekatını veremiyor, parası olanlardan hangi birisi hacca gidemiyor? bre zındıklar nesi var şu ülkenin de neyini beğenmiyorsunuz? gidin iran'a. iran'da bile taşlarlar sizi bu yobazlıkla be.
osmanlının türklüğünden koptuktan sonra yıkıldığı gerçeğini hazmedemeyen zerzevatın, atatürk'ün adı üzerinde; "atatürk" olduğunu idrak edememesiyle alakalı bir sorudur.
atatürk, bu coğrafyada yaşayan; alevi, sünni, bektaşi, şaman, hristiyan, musevi vs. bütün türklerin atasıdır. osmanlı padişahı veyahut halife değildir. bu durumdan mütevellit namazının kılınıp kılınmaması kimseyi alakadar etmez.
çünkü atatürk'ün hiç bir zaman için bir takım palyançolar gibi şova yönelik dini yaşantısı olmamıştır. atam bilmezmiydi camilerde koruma ordusuyla popülist propaganda yapmayı.
maksat haysiyetli liderlikse; şimdikilerin öğreneceği çok şey var.
ma'un;
2,3. işte o, yetimi itip kakan, yoksula yedirmeyi özendirmeyen kimsedir.
4. Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki,
5. Onlar namazlarını ciddiye almazlar.
6. Onlar namazlarıyla gösteriş yaparlar.
kılındı kılınmadı, 10 kasım denildiğinde aklına cenaze namazı gelenler sizi aydınlatacak ışık, gözlerinizdeki karanlığı kaldıracak, beyninizdeki yozlaşmayı törpüleyecek sizi ilim yoluna sevk edecek hiçbir başarı gelişme lider ideoloji yok. sizi daracık hücrelere hapsedip iğne deliğinden dünyaya bakmanızı sağlayan zihniyetlerde suç. sizler körpecik beyinlerinizle zehiri çocuk yaşta aldınız insani vasıflardan maddeden bilmediklerinizden korkar hale getirildiniz. bilimi onların hizmetinde kullandınız. hiç kimse sizden değerli değil siz insanlığın her dönem karşısına çıkan kaybedilmiş gençlersiniz, siz toplumun ayıbı gelecekte ilimin karşısına çıkacak yobazları yetiştirecek anne - babalarsınız.
tanım: arşivleri sadece fotoğraf olarak ele alındığında (ki nedenini sormamak lazım, mantık olsa böyle bir soru sorulmaz) belki sorulabilecek bir sorudur fakat bazen okumayı, ondan sonra öğrenmeyi de bilmek gerekir.
harbi lan fatih sultan mehmet'in ki kılındı mı ki acaba? hiç minyatürünü göremedim. niye saklıyorsunuz lan! kakalar!
Tam başlık açayım diyecektim ki,baktım zaten açılmış.
bende Mustafa armağanın bu konudaki yazızını paylaşıyorum.
--spoiler--
Atatürk'ün cenaze namazı neden camide kılınmadı?
Hatta Atatürk'ün cenaze namazı kılındı mı? Anadolu Ajansı'nın haberine bakılırsa evet, kılındı. O sırada ajansın muhabiri olarak töreni takip eden Cemal Kutay'a göre de kılındı, başkalarına göre de. iyi ama neden herhangi bir görüntü yok ortada? Madem kılındı, tek bir fotoğraf karesi olsun neden esirgendi milletten? Sessuzluk.
Bir adım daha atalım ve artık sorulmasının zamanı gelen, o ucu zehirli soruyu soralım: Atatürk'ün cenaze töreni boyunca neden hiçbir dinî simgeye yer verilmedi?
Şimdi bunu sordum ya, birtakım işgüzarlar buradan kim bilir kaç demet nane devşirecekler. Vay, Atatürk'e dinsiz dedi, falan filan. Yahu burada ölmüş bir Atatürk'ten söz ediyoruz. Kendi cenaze törenini kalkıp kendisi düzenleyecek değildi ya. Törenin birinci derecedeki sorumluları, o sırada cumhurbaşkanı olan ismet inönü ile Başbakan Celal Bayar ve bir de Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak'tır. Görünüş böyle. Ancak her üçünün de cenaze namazı camilerde kılınmıştı ve 'dinsel simgeler' şöyle ya da böyle eşlik etmişti son yolculuklarına.
O zaman tekrar soralım o zehirli soruyu: Atatürk'e bu 'ladinî' cenaze törenini kimler düzenledi? Dolmabahçe Sarayı'ndaki tabutunun etrafına o kocaman 6 adet meşaleyi kimler dikti? (Güya Cumhuriyet Halk Partisi'nin 6 okunu sembolize ediyordu bunlar. 'Meşaleler ebediyete kadar yanacaktır', diyordu zamanında yayınlanan bir dergi.)
Baksanıza, az kalsın, cenaze namazı dahi kılınmayacakmış. Annesi gibi dindar biri olduğu belli olan Atatürk'ün kızkardeşi Makbule Hanım, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak'ı sıkıştırıp da, "Ağabeyimin cenaze namazı hangi camide kılınacak?" diye sormasa onu bile gürültüye getirecekleri anlaşılıyor. Bunun üzerine Diyanet işleri Başkanı Rıfat Börekçi'ye durum sorulmuş, o da namazın camide kılınmasının şart olmadığını söylemiş: "Onun cenaze namazı" demiştir Börekçi, "tertemiz hale getirdiği bütün vatanda bu farizanın yerine getirilebileceği her yerde kılınabilir."
Anadolu Ajansı Muhabiri Cemal Kutay 19 Kasım 1938 günü yaşanan o görüntülenemeyen sahneyi şöyle anlatır:
"Dolmabahçe Sarayı'ndaki hazırlıklar erkence başlamıştı. Büyük ölünün son ihtiram (saygı) nöbetini bekleyen yaverleri ve dostları, büyük üniformalı subaylar, vali ve belediye reisi, bu hazırlıklara nezaret ediyorlardı. (...) içeride merasim başlamadan, ailesinin talebi ile büyük ölünün namazı kılınmak suretiyle hususi merasim yapılıyor. Tekbir Türkçe verilmiş, namazı islam Tetkikleri Enstitüsü direktörü Ord. Prof. Şerafettin Yaltkaya tarafından kıldırılmıştır."
Hakkı Tarık Us ise kendi çıkardığı "Kurun" gazetesindeki yazısında ilginç bir ayrıntıya yeniden dikkatimizi çekiyor. Atatürk'ün çok sevdiği bilinen Hafız Yaşar, sandukanın başında "Türkçe ezan" okumuştur. Muhtemelen namaz sonunda da Türkçe telkin verilmiş ve yine Türkçe tekbirler getirilmiş olmalıdır.
Bu kırıntı kabilinden bilgiler şöyle bir manzara doğuruyor gözümüzde:
Makbule Hanım ağabeyinin cenaze namazı kılınmadan gömüleceğinden endişelenerek müdahale etmiş ve namazın kılınmasını istemiştir. Bunun üzerine dışarıda bir camide, muhtemelen en yakında bulunan Dolmabahçe Camii'nde cenaze namazının kılınması gündeme gelmiş, ancak "bazıları" buna, laikliğe aykırı düşeceği endişesiyle karşı çıkmışlar ve sarayda kılınmasını istemişler, Diyanet'ten de "caizdir" fetvası alınınca "sayısı mütevazi olan" bir cemaat ile (kaç kişi olduğunu bilmiyoruz, 10-15 kişi olduğu tahmin edilebilir) Türkçe ezan ve tekbirlerle kılınan cenaze namazının ardından dua edilmiş ve böylece dinî tören tamamlanmıştır.
Ancak bu sırada bütün fotoğraf makineleri ve varsa kameralar kapattırılmış ve herhangi bir görüntü alınmasının titizlikle önüne geçilmiş olduğunu hatırlatalım. Elimizde böyle bir fotoğraf olsaydı laiklik elden mi giderdi? Anlamak zor hakikaten.
Halbuki Atatürk'ün en yakın silah arkadaşlarından Fevzi Çakmak ve ismet inönü'nün son anlarında ve cenaze namazlarında açıkça 'dinsel simgeler' yer bulabilmiş ve hiç de laiklik elden gitmemiştir.
Buyurun, torunu Gülsün Bilgehan anlatsın bize inönü'nün son anlarını:
"Aile fertleri, koruma polisleri, yakınlar sırayla yanına girip, sessizce Kur'an okuyorlardı.(...) Mevhibe Hanım kefen ve cenaze gereçlerini almıştı, yıllardır sandığında saklıyordu. Hocalar gerekli dini işlemleri yaptılar, koruma polisleri ve yakınların yardımıyla kütüphanede bekleyen tabuta yerleştirdiler. (...) Hareket etmeden önce hoca cemaate bir konuşma yaptı ve bahçe kapısına doğru omuzlarda tabutla yol alındı [ve] cenaze namazının kılınacağı Maltepe Camii'ne doğru uzun bir yürüyüş başladı."
Atatürk'e dinî motifleri de olan bir cenaze töreni düzenletmeyen inönü'nün kendi cenazesinde normal bir Müslüman'a yapılması mutad olan son görevlerin eksiksizce yerine getirildiğini görünce şaşkınlığımız daha da artıyor.
Peki Fevzi Çakmak'ın cenaze töreni? Onunki zaten bir askerin değil, bir evliyanın cenaze töreni gibidir. Üzerine Kâbe örtüsü serilmiş, tabutu yüz binlerin elleri üzerinde taşınmış, istanbul sokakları o gün Arapça tekbirlerle tam 7,5 saat boyunca inlemiş ve cenaze, Eyüpsultan Mezarlığı'na, şeyhinin yanı başına dualarla gömülmüştür.
En yakın silah ve çalışma arkadaşları böyle dinî törenlerle gömülürken, neden aynı tören Atatürk'ten esirgenmiştir? Şöyle yüz binlerin katılacağı muazzam bir cenaze namazı görüntüsü, onu bu milletin kalbinin daha derinlerine yerleştirmez miydi? Ve hâlâ devam edip giden "Atatürk dinsiz miydi?" tartışmasına bir son nokta konulmuş olmaz mıydı?
Yazılarımın sonuna kıymık yerleştirmeyi seviyor muyum ne? Buyurun Abdülhalık Renda, Refik Saydam, Fevzi Çakmak, Kemal Gedeleç, Celal Üner ve Nevzat Tandoğan imzalı 'protokol'e. Aktarıyorum:
"Ebedi şef Atatürk Etnoğrafya Müzesi dahilinde muvakkaten yaptırılan medfene... 31 Mart 1939 Cuma günü saat 14.00'te konulmuştur." Nasıl? Biz 21 Kasım 1938'de konulduğunu bilmiyor muyduk Etnoğrafya Müzesi'ne? Aradan geçen 4 ay içerisinde Atatürk'ün naaşı neredeydi ki?