1936 yılında ingiltere Kralı VIII. Edward, Atatürk’ün misafiri olmuştu.
iki devlet adamının, aralarına Dışişleri Bakanımız da katılmıştı.
Bir sohbet sırasında Atatürk, krala sigara takdim etti. Dışişleri Bakanı, hemen kibriti yaktı ve alışkanlık haline gelmiş bir hareketle önce Atatürk, sonra Krala uzattı.
Atatürk, büyük misafirin yanında, bakanı düştüğü zor durumdan şöylece kurtarıverdi:
“Majeste", dedi, "bilirsiniz ki kibritlerin ilk yandığı sırada zehirli bir gaz yayar. Türk misafirperverliği, bu zehirli gazı misafirin solumasına engeldir. Biz misafirin sigarasını saf alevle yakarız.”
Atatürk'ün Kız Kardeşi Makbule Hanım(atadan) Anlatıyor:
Hiç unutmam bir kış gecesi, büyük kardeşim(atatürk) sobaya birkaç odun attıktan sonra mindere oturmuş ve kitaplarını karıştırmaya başlamıştı.
Annem sordu:
“Ne okuyorsun oğlum?”
Büyük kardeşim hemen cevap verdi:
“Tarih.. Plevne muharebeleri, Osman Paşa..”
Annem bir şey söylemedi ve derin düşüncelere daldı.
Ve sonra yerinden kalkarak büyük kardeşimin saçlarını okşadı, okşadı:
“inşallah sen de onun gibi olursun Mustafa’m!” dedi.
Gözleri yaşlar içindeydi annemin...
Belki, bu büyük Türk kahramanının Ruslarla güreştiği günleri hatırlamıştı. O yılın şiddetli kışını kim unutabilir? Askerine örnek olmak için karakışta çadırda oturan Osman Paşa’yı kim unutabilir?
Osman Paşa, o zaman, en son ümittir.
Büyük kardeşim, kitabını mindere bıraktı:
“Büyük bir paşa o, anne! Fakat bahtsız bir paşa...
Dilediği gibi iş göremeyen bir paşa. Bir paşanın eli, ayağı bağlı olursa iş göremez, anne.
Bu kitapta yazıyor, Tuna boyundaki ordumuzu istanbul Sarayı idare etmiş ve ordumuz da onun için yenilmiş...
Ben kendi ordumu kendim idare edeceksem paşa olurum, anne. Kuru paşalıktan ne çıkar? "Maksat vatana hizmet!”.
"istanbul üniversitesi'nde öğrenci olduğum sıralar, okul
duvarında bir ilan gördüm: "avrupa'ya talebe yollanacaktır. "
allah allah, dedim! ülke yıkık dökük, her yer virane, lozan yeni imzalanmış, bu durumda avrupa'ya talebe... lüks gibi gelen bir şey...
ama bir şansımı denemek istedim. 150 kişi içinden 11 kişi seçilmişiz. benim ismimin yanına atatürk, "berlin üniversitesi'ne
gitsin." diye yazmış.
...vakit geldi, sirkeci garı 'ndayım; ama kafam çok karışık.
gitsem mi, kalsam mı? beni orada unuturlar mı? para yollarlar mı?
tam gitmemeye karar verdiğim, geri döndüğüm sırada bir posta müvezzi ismimi çağırdı.
"mahmut sadi! mahmut sadi! bir telgrafın var."
"benim" dedim.
telgrafi açtım, aynen şunlar yazıyordu:
"sizleri bir kıvılcım olarak yolluyorum, alevler olarak geri dönmelisiniz."
imza
mustafa kemal
okuyunca düşündüklerimden olağanüstü utandım. "şimdi gel de
gitme, git de çalışma, dön de bu ülke için canını verme." dedim.
"düşünün 1923'te o kadar işinin arasında 11 öğrencinin nerde, ne zaman, ne hissettiğini sezebilen, ona göre telgraf çeken bir liderin önderliğinde bu ülke için can verilmez mi?"
çok başarılı oldum. ülkeme alev olarak döndüm. önce istanbul üniversitesi genel ve beşeri fizyoloji enstitüsü'nü kurdum.
kürsü başkanı oldum. daha sonra ülkemin başbakanlığını yaptım.
ben kim miyim?
ben sadece iki satırlık bir telgrafın yarattığı bilim adamıyım.. "
Atatürk'ten Türk askeri hakkında ne düşündüğünü sormuşlar:
- Durun size bir hikaye anlatayım, dedi. Orduları kumandanı idim. Liman van Sanders Paşa da o sırada kıtalarımızı teftişe gelmişti. Hastaneden yeni çıkmış bazı askeri de her nasılsa bölüklerin arasına karıştırmışlar van Sanders:
- Canım böyle adamları ne diye buraya gönderiyorlar? diye söylenerek hasta ve cılız neferi göğsünden itti. Mehmetçik derhal yere yuvarlandı.
Alman generali davasını ispat etmiş olmanın gururu içinde:
- işte gördünüz ya, dedi düşmek için bahane arıyormuş! Oracıkta van Sanders'e bir azizlik yapmak aklıma geldi neferin yanına sokularak;
- Ne kof şeymişsin sen... Dedim. Dikkat etsene seni yere yuvarlayan adam bizden değildi. Ne diye karşı durmadın? Şimdi tekrar yanına gelirse, sıkı dur. Gücün yetiyorsa bir kakma da sen ona vur.
Sonra van Sanders'e dönerek:
- Sizin takatsiz sandığınız nefer boş bulunduğu için yere yıkılmış. Türk askeri amir karşısında, dünyanın en uysal insanı olur. Kendisine söyleyin:"hele gelsin bak bir daha beni yere yıkabilir mi?" diyor.
Van Sanders askerlerle şakalaşmasını severdi. Gülerek aynı askerin yanına geldi. Fakat eliyle dokunur dokunmaz o mecalsiz Mehmetten öyle bir kakma yedi ki, derhal sırt üstü yuvarlandı. Van Sanders, Mehmetçik'in bu mukabelerine hiddet etmemiş bilakis Türk neferine karşı olan hayranlığı artmıştı. O kadar ki yerden kalkınca ilk işi gidip hasta Türk neferinin elini sıkmak oldu.
Atatürk:
"işte Türk askeri budur!" diyerek sözlerini bitirmişti.
ATATÜRK'e Göre Dünyanın En büyük insanı
Atatürk bir akşam, Çankaya'da arkadaşlarına sordu
- Dünyanın en büyük insanı kimdir?
- Timur'dur Paşam!
- Değil.
- Fatih'tir.
- Değil.
- Yavuz Sultan Selim.
- Değil.
- Alpaslan.
- Değil.
- Napolyon.
- Iskender.
- Değil.
Nafile!.. Ne derlerse Atatürk "değil" diyordu. Dalkavuklardan biri dayanamadı:
- Sizsiniz Paşam., dedi.
Atatürk, bu zatı tersledikten sonra, sualinin cevabını kendisi verdi:
- Dünyanın en büyük insanı Hz. Muhammed'dir. Ölümünden bu yana bin üç yüz sene geçtiği halde, günde beş vakit, Cenab-ı Allahtan sonra adı söylenen Hz. Muhammed'dir
çanakkale'de askerlerinin mermisi bitince geri çekilmeyerek, "süngü tak, yere yat, nişan al" komutu vermesi, bunda bir iş var diyen ingilizlerin tırsarak hücuma geçememesi, geri çekilmesi. kendisine göre bu savaşın döndüğü andır. askeri deha diye bunu derim.
(bkz: size ölmeyi emrediyorum)
Cumhuriyet kurulduktan sonra Mustafa Kemal diğer ülke komutanlarına Dolmabahçe sarayında bir resepsiyon düzenler,resepsiyona katılan komutan ve başbakanlar hoşça vakit geçirirken yeni yetme bir ingiliz komutan Atatürk'e dik dik bakmaktadır,bunun sebebini merak eden Mustafa Kemal yaverini komutana gönderip sor bakalım bana niye bu şekilde bakıyor der.Ingiliz komutana giden Atatürk'ün yaveri Paşanın sorusunu komutana iletir ve cevabı aldığı gibi Atatürk'ün yanına gelir, tarihi konuşma gerçekleşir.
Atatürk:Sordun mu niçin bana öyle bakıyormuş?
Yaver:Sordum Paşam
Atatürk:Eee ne dedi?
Yaver:Paşam,çanakkale savaşında babasını öldürmüşşünüz o yüzden size o şekilde bakıyormuş
Atatürk: O zaman git sor bakalım babasının Canakkale'de ne ışı varmış...
Umarım düzgün bir biçimde anlatabilmişimdir.
30 ağustos zaferi sonrası türk ordusu sel gibi izmire akıyordur. izmir'deki yabancı konsoloslar, Mustafa Kemal'e izmir'i teslim etmek için görüşme teklifinde bulunurlar. O bunu duyunca, çok sinirlenir ve yumruğunu masaya vurarak ; Kimin şehrini kime veriyorlar ? diye bağırır
Atatürk'ün çok hasta olduğu yıllar. O sırada Dolmabahçe'de dinlenmekte. Ağır hastalığı yüzünden yataktan kalkmakta zorluk çekiyor, arada bir hatırlamıyor. Hasta olduğunu bilen genç denizci subay ve erleri boğazdan geçerken, yaverine "O'nu görmek istiyoruz" diyor. Yaveri ilk önce O'nun durumunu gözüne getirip kendisi hayır diyor, sonra ısrarlara dayanamayıp Atatürk'e söylüyor. Atatürk, heyecanla denizcileri davet ediyor, çok seviniyor. Fakat o kadar kuvvetsiz ki, yaveri bunu denizcilere açıklayıp O'nu daha fazla yormamalarını istiyor. Denizciler gelmiyor, fakat gemilerle Dolmabahçe açıklarında demir atıyorlar. O sırada Atatürk ufacık kalan gözlerini aralayıp, pencereye doğru zorlukla yürüyor. Pencereyi açıp, saygı duruşunda olan askerlere el sallıyor. Askerler dayanamıyor, hepsi gemilerden atlıyor, Dolmabahçe'ye kadar yüzüyorlar, onlar yüzerken Atamızın gözünden yaşlar süzülüyor.
avrupa türkiye'yi kol bacak taksim ederken, yurdumuz üzerine manda tasarlayan amerika, buraya bir yoklama heyeti yollar. mustafa kemal, heyeti kabul eder. general harbord'un başkanlığındaki heyet sivas'a vardığında sivas kongresi biteli, misak-ı milli çizileli, temsil heyeti kurulalı bir hafta olmuştu.
general harbord'dan nakleden lord kinross anlatıyor;
general harbord, mustafa kemal'e:
- şimdi ne yapacaksınız, diye sordu.
konuşmaları sırasında mustafa kemal, ince parmakları arasında çevirdiği bir tesbihle oynamaktaydı. bu anda, sinirli bir hareketle tesbihin ipliğini koparmıştı. taneler yere dökülüp dağıldı. mustafa kemal eğildi ve taneleri toplamaya başladı.
general, sorusunu yineledi. mustafa kemal, elleri tanelerde, başını kaldırıp:
- bu hareketimle, generale cevap vermiş olmuyor muyum? dağılmış taneleri yeni ve sağlam bir ipliğe dizmek için toplamaktayım.
harbord bu çeşit bir umudun ne mantığa, ne de askeri olanaklara uygun olmadığını söyledi ve:
- bir takım insanların kendi canlarına kıydıklarını biliyoruz; şimdi bir de milletin intiharına mı şahit olacağız?
musatfa kemal, gözlerini harbord'un gözlerine dikerek:
- söylediğiniz doğrudur general, diye yanıtladı. içinde bulunduğumuz durumda yapmak istediğimiz şey, ne askerlik açısından, ne de başka bir açıdan izah edilemez. fakat her şeye rağmen yurdumuzu kurtarmak, özgür ve uygar bir türk devleti kurmak, insan gibi yaşayabilmek için yapacağız bunu!
gazi, avucu yukarıya dönük olarak, elini masanın üzerine koymuştu bunları söylerken...
- ya başaramazsanız?
-başaramazsak, diye devam etti; bir kuş gibi düşmanın avucu içine düşerek ağır ve -şerefsiz- bir ölüme katlanacak yerde (konuştuğu sırada parmaklarını yavaş yavaş kapatıyordu), atalarımızın çocukları olarak dövüşe dövüşe ölmeyi tercih ederiz.
o sırada masa üzerindeki yumruğu tamamen kapanmıştı.
tam bağımsızlık sağlandıktan sonra, yugoslavya kralı dolmabahçe'ye atatürk'ün konuğu olarak yemeğe gelir. laf arasında yugoslav kralı ata'ya "pa$am size bir sır vereceğim" der. "ingilizler, yunanlılar'dan önce anadolu'yu ilk bize önerdiler. biz kabul etmedik.". bunun üzerine atatürk de $öyle kar$ılık verir: "majesteleri, sizi allah korumu$, geçmi$ olsun.".
"efendiler!
avrupa'nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenileşmesine karşılık türkiye tam tersine gerilemiş ve düşüş vadisine yuvarlanadurmuştur. artık vaziyeti düzeltmek için mutlaka avrupa'dan nasihat almak, bütün işleri avrupa'nın emellerine göre yapmak, bütün dersleri avrupa'dan almak gibi bir takım zihniyetler belirdi. halbuki, hangi istiklal vardır ki ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin? tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir!"
Gazi Mustafa Kemal
6 mart 1922, türkiye büyük millet meclisi
yazarın nacizane yorumu: sanki bugün söylemiş gibi. ilginç olan; bazıları geleceği görürken, bazıları günü bile kurtaramıyor.
kurtuluş savaşından sonra italyan elçileri atatürk'ü dolmabahçe'de ziyaret ederler ve mussolini'nin hatay'ı almak istediğini iletirler*.atatürk de beş dakika izin ister ve döndüğünde üzerinde mareşal üniforması vardır.elçilerin yanında genelkurmay başkanını telefonla arar ve 'paşam ben üniformamı giydim siz de ordunuzu hazırlayınız yarın hatay'a giriyoruz.' der, elçilere dönerek,' ben çizmelerimi giydim, hatay da orada, mussolini gelsin alsın!' der.
General pershing'in kurmay başkani olan general harbord sivas'ta mustafa kemal'le görüşürken der ki;
- Türk tarihini okudum. Milletiniz büyük komutanlar yetiştirmiş, büyük
ordular hazirlamiştir. Bunlari yapan bir millet elbette bir medeniyet sahibi olmalidir. Takdir ederim. Ama bugünkü duruma bakalim. Başta Almanya müttefikinizle dört yil harbettiniz, yenildiniz. Dördünüz bir arada yapamadiğiniz şeyi, bu durumda tek başiniza yapmayi nasil düşünebiliyorsunuz? Fertlerin intihar ettikleri vakit vakit görülür. Bir milletin intihar ettiğini mi göreceğiz?
Mustafa Kemal generale " Teşekkür ederim dedi. Tarihimizi okumuş, bizi öğrenmişsiniz fakat şunu bilmenizi isterdim ki biz emperyalist pençesine düşen bir kuş gibi yavaş yavaş aşağilik bir ölüme mahkum olmaktansa babalarimizin oğullari olarak vuruşa vuruşa ölmeyi tercih ediyoruz."