" start wearing purple wearing purple! start wearing purple for me now! "
gece, uykuya dalmadan biraz önce, sabah neşeli kalkabilmek ya da sadece "kalkabilmek" adına ultra neşeli bu şarkıyı alarm sesi yapmıştı telefonuna. fakat bu bile kalkmasına yardımcı olamıyordu, zira dün 'bundan sonraki hayatı' na dair radikal kararlar almıştı ve radikal kararlar aldığı gecelerin sabahı, kendini fazlaca halsiz hisseder, dolayısıyla radikal kararları eyleme dökme gününü de başka bir tarihe ertelerdi. bu böyle olurdu. her defasında!
dördüncü birasını yudumluyor, on üçüncü sigarasını tüttürüyordu televizyon izlerken. işten ayrıldıktan sonra kendini çok salmıştı ve yeni bir işe girecek ne enerjisi ne de hevesi vardı. gereksiz şekilde göbek yapmış, kirli sakal olayını abartmıştı. üç yıldır ciddi bir ilişkisi yoktu ve açıkçası, tek gecelik ilişki olayına da çok bayılmıyordu artık. dağınık ve "erkek" kokulu evine, yabancı bir kız getirmek fazla zahmetli geliyordu gözüne. telefonu çaldı, arayan arkadaşı cem'di.
- söyle cem?
- belki vazgeçip gelirsin diye aradım oğlum. n'apıyorsun?
- televizyon izliyorum, bira içiyorum, bir de biraz kokuyorum galiba. duşa girmem lazım.
- ulan kokuşuk herif, çık arada o pis evinden. gel işte, bira içiyoruz zaten biz de. laflıyoruz bizim çocuklarla balkonda. benim ev sahibi yok. müziği de açtık. forget her dinliyoruz son ses.
- benim kuyruk acım yok oğlum. i already forgot all them. sizin gibi acılı heriflerle içimi bayacağıma, ararım kebapçıyı kendime acılı adana söylerim.
- siktir git tolga.
- sen de aşkım, öptüm.
***
göbeğini kaşıya kaşıya televizyon izlerken köpeği varoş gelip, "karnım acıktı" bakışını attı tolga'ya. tolga elindeki peynirli krakerleri tuttu avcunda, varoş'a uzattı. varoş sevmedi krakeri. maması bitmişti ve sorumsuz babası yürüyüşlerini de aksatır olmuştu.
*
üzerindeki peynirli kraker kırıntılarını silkeleyerek "çarpılcaz bir gün bakalım ama.." diye söylene söylene lavaboya, dişlerini fırçalamaya gitti. elindeki fırçaya macun sürüp tam dişlerini fırçalamaya başlayacaktı ki, aynada kendi suretine bakakaldı. kıpırdamadan...yavaşça yaklaştı aynaya, daha da yaklaştı. vee gözaltı torbaları!!! felaket boyutlara ulaşmışlardı.
"hasssikttirrr!" dedi gür sesiyle. "n' olmuşum lan ben böyle torbacı gibi!"
konuşamadı daha fazla. açık ve net; dumur olmuştu. böyle şeylere asla takılmayan, dünyanın en rahat adamıydı tolga ve onu bile rahatsız edecek boyuta gelen gözaltı torbalarına bir çare bulmalıydı. ya da daha iyisi, tüm hayatına bir çare, bir neden, bir anlam bulmalıydı. kısacası dağıttığı götü başı toplamalıydı, kendine çeki düzen vermeli, ve daha önce binlerce kez yaptığı gibi döneklik yapmamalıydı bu defa.
***
ve işte bu büyük karardan sonraki ilk gün, fondaki gogol bordello enerjisine rağmen sıcak yatağından kalkmak büyük külfet geliyordu ona. kıçını dönüp tekrar uyumaya hazırlanıyordu ki koridorda gezmekte olan varoş'un hırıltısını duydu.
müthiş bir hızla kalkıverdi yataktan. gözaltı torbalarıyla karşılaşmamak için aynaya bakmadan yıkadı yüzünü. varoş'un tasmasını taktı ve çıktılar evden. günlerdir, tolga'nın üşengeçliğinden boş yere cefa çeken varoş'un hırıltısı, bordello'dan daha etkili olmuştu.
*****
hava ne sıcak ne soğuk, tam yürüyüş havasıydı. kulaklıkları taktı tolga. kendini kaptırdı müziğe, klip çeker gibi yürümeye başladı bebek sahilinde. ara sıra varoş, bir yerlere takılıp hızını yavaşlatsa da, kondisyonu iyi sayılırdı.
tolga, bir ara hızını yavaşlatıp sahilin kenarındaki tekneyi incelerken, varoş durdu. kendi gibi bir golden retriever bulup muhabbete başlamıştı. kafasını kaldırır kaldırmaz, golden'ın sahibiyle göz göze geldi tolga. ve içler acısı olan, bu yeni golden'ın taş gibi bir sahibinin olmasıydı. evet, içler acısıydı. zira, kızı görür görmez tolga'nın aklına kocaman gözaltı torbaları, ve biranın hezimeti sonucunda sahip olduğu göbeği gelmişti.
varoş bey'in keyfi yerinde, diğer köpeğe burnunu değdiriyor, diğeri de ona karşılık veriyor ve saçma sapan hareketlerle kendi çaplarında sosyalleşiyorlardı.
"oğlum böyle şeyler filmlerde olur lan!" diye düşünürken, kız birdenbire "merhaba!" deyip, bembeyaz dişlerini gösteriverdi tolga'ya.
"merhaba" diye karşılık verdi tolga. gözaltı torbalarının yarattığı çirkinlik hissi ve koca göbeğinin yaptığı basıncın ezikliğiyle gülümsemeye çalıştı.
varoş, yeni arkadaşını bırakmaya pek niyetli değildi. tolga da varoş'un bu azgınlığı karşısında mahcup oluyor, ek olarak, kendini king kong gibi hissettiğinden, bir an önce oradan ayrılmak istiyordu.
- varoş, hadi! hadi oğlum!
- aa ismi varoş demek. hehe çok hoş. benim kızımın adı da paspal.
- desenize ondan iyi anlaştılar.
tolga kendini feci şekilde kasmanın verdiği etkiyle, böyle salakça espiriler yapıyor, kız da garip şekilde her espiriye gülüyor, tolga'nın her söylediğine "aaaa, ciddi misin, hahaha yapmaa yaaa" gibi abartılı tepkiler veriyordu. tüm konuşmalar köpekler üzerineydi haliyle; ayaküstü beş dakikalık konuşmadan da derin mevzulara inilmesi beklenemezdi.
10 dakika kadar sonra, köpekleri kendi hallerinde oynaşmaya bırakmışlar, banka oturmuş sohbet ediyorlardı. kızın adı pelindi. zaten tam da pelin tipi vardı. uzun ve inceydi, kemikli yüz hatları vardı. konuşkandı da. biraz fazla kikirdek olabilirdi. tamam ses tonu da fazla tiz sayılabilirdi. ama o kadar olurdu canım. güzel kızdı işte, daha ne olsun!
*****
muhabbet, ara sıra yerini suskunluklara bıraksa da iyi sayılırdı. varoş'la paspal birbirlerinden sıkılmamışlardı ama bir ara paspal'ı tek başına oynarken gördü tolga.
- seninki sıkıldı galiba baksana.
- ay acıkmıştır ya, ben ona biraz bisküvi vereyim.
çantasından, şu mukavvaya benzeyen diyet bisküvi paketinlerinden çıkardı. paspal'a uzattığı gibi yutuverdi köpek bisküviyi.
- aaaaa, nasıl ya? diyet bisküvi yiyor?
- haha, evet. annesine çekmiş. alıştı benden göre göre.
- ilginçmiş hakkaten.
iki tanesini köpeğe verdikten sonra, geri kalan mukavvalardan bir tane ağzına atıp, paketi tolga'ya uzattı. tolga diyet ürünlerden nefret ettiğinden kibarca "yok ya, sağol." diye karşılık verdi. bu kız tam bir "pelin" diye düşünmeden edemedi tabi.
muhabbet bir ara -artık nasıl olduysa- sezen aksu'ya, oradan nazan öncel'e, oradan hangisinin daha başarılı olduğuna kadar gelmişti. pelin, "ay ben sezen'e bayılıyoruuuum" gibi yorumlar yapıyordu ve yine aynı muhabbetin biraz boğmaya başladığı ve güneşin tam tepelerine dikildiği sırada çantasını açtı pelin ve kocaman, kemik rengi bir gözlük çıkarıp taktı: "güneş gözlerimi aldı yaa!"
kafasını çevirip pelin'in gözlüklerine bakan tolga, geceki berbat hissin aynısına kapıldı yeniden. nitekim, koskoca camlardan, gözaltı torbalarının yansımalarını görmüştü! ve sırf gözaltı torbaları olmamıştı sanki o an canını sıkan. koca torbalarla birlikte koca göbeği, dağınık, pis, ağır erkek kokulu evi, işe yaramazlığı, üşengeçliği, bıkkınlığı...
rezalet hissetti kendini. o parka, o banka ait değildi sanki. koşa koşa evine gitmek, abartana kadar bira içmek, televizyon izlemek istiyordu.
kendinden beklenmeyecek kadar iyi bir oyunculukla pelin'in sözünü kesti:
- ya pardon sözünü kesiyorum da, buradan sarıyer'e en yakın nasıl gidebilirim?
- valla nasıl gidersin biliyorum da en yakın nasıl gidersin bilemiyorum. neden ki?
- ya unutmuşum tamamen. yirmi dakika sonra veteriner randevusu var varoş'un. geçen hafta kakasının rengi bir tuhaftı, randevu almıştım da.
- hmmm, yediği bir şey dokunmuştur belki. gidecek misiniz şimdi?
- mecburen. kendine ve paspal'a çok iyi bak, çok memnun oldum. varoş! hadi oğlum!
- ben de memnun oldum, siz de kendinize iyi bakın...
varoş huysuzlanmış, pelin'in suratı düşüvermişti, açıkça belli oluyordu bozulduğu. tuhaftı her şey. bundan 2-3 sene önce, fıstık gibi bir kızı oracıkta bırakıp, koşar adım yalnızlığına gideceğini söyleseler kahkahalarla gülerdi tolga. ne zaman böyle atıl, kendini her şeyden soyutlamış bir adam olmuştu ki?
ve her şeyden önemlisi, yalnızlık acı veren bir şey olarak bilinmez miydi? öyleyse, verdiği bu garip hazzın sebebi neydi?
peki bu basit ve zevksiz, fakat yine de garip şekilde huzurlu hayat, nereye kadar sürebilirdi?
yine mi dönmüştü büyük kararlarından?
belki de büyük kararlar büyük insanlar içindi. küçük insanlar, küçük hayatlarına istedikleri gibi devam etmelilerdi. ne de olsa dünyanın işleyişine bir katkıda bulunamayacaklardı.
kendini mi kandırıyordu?
bilmiyordu, çözemiyordu ve aslında kafa patlatmak da zor geliyordu.