nereye giderseniz gidin, kiminle olursanız olun, tüylerinizin diken diken olmasına sebep olur bunlar. kızılay'ın, göztepe'nin, midye'nin, papatyadan tacın, çay bardağının başka şeyler çağırıştırma ihtimali ne kadar düşük olabilir ki?!
Yaşanmış olanın bellekte bıraktığı iz. Edebiyatta, bir kimsenin kendi başından geçen ya da tanık olduğu olay ve olguları, gözlemlerine, bilgilerine dayanarak, kimi zaman kişisel duygularını ve düşüncelerini de katarak anlattığı yazı türüne denir. Anıyla otobiyografi (özyaşam öyküsü) arasındaki ayrılık, ikincide, yazarın bakışının kendisine yönelik olması, salt kendinden söz etmesidir. Oysa anı yazılarında amaç, yaşananın anlatılmasıdır. Yalnız sanatçıların değil, toplum yaşamında önemli rol oynamış ya da yaşamı toplumca ilgiyle izlenmiş kişilerin de anılarını yazdıkları görülür (devlet adamları, bilim adamları, sinema ve tiyatro oyuncuları gibi). Çünkü kişi, anılarını yazarken, tanımda da görüldüğü gibi yaşadığını, gördüklerini, tanıdığı kişileri yansıtmak ister. Bu nedenle, sanatsal amaç, anı yazılarında ikinci plandadır. Yalnız, bir anı yazısının kalıcı olabilmesi, gerçekleri yansıtmasına ve yazanın içtenliğine bağlıdır. Türk edebiyatında anı, başlangıçtan bu yana önemli bir yer tutmuştur. Anı türünün Tanzimattan sonra geliştiğini söylemek yanlıştır. Belki Türk edebiyatında, Batı örneği anı kitapları görülmez. Ama bir yazı türü olarak anının nitelikleri ya da kişiyi anılarını yazmaya iten amaçlar göz önüne alınacak olursa, bu yargının temelsizliği anlaşılır. Bir kez Türk edebiyatının ilk yazılı örnekleri sayılan Kültigin ve Bilge Kağan anıtları birer anıdırlar. Babür Şahın Vakayisi (Babürname), Timurun Tüzükatı, Ebülgazi Bahadır Hanın Şecere-i Türkisi de birer anıdırlar. Vakanüvislerin tarihleri de büyük ölçüde anıya dayanır.
Şapkasını çıkardığı anda tarihe dönüşen kavram, kelime, izah... marcel proust'u vazgeçilmez vapan yanlarından biri dile getirdiği anıları bir süre sonra insandan, zamandan bağımsız hale getirebilmesidir. O anı ne zaman, nasıl gerçekleşti önemli değildir; önemli olan ortada bir anının olmasıdır. Kanımca anıların da bize gereksinimi yok. Biz yaşayanı olarak onu varediyor olarak görülebiliriz ama varolduğumuzu ispat etmek için onları yaşadığımız, anlattığımız da su götürmez bir gerçektir.
elimdeki yaklaşık 50 yıllık istanbul şiirleri kitabı içinde belki de en güzeli.
Ölürüm de unutmam
için için sözleştik hiç unutur muyum?
istanbuldunuz evimdiniz ne güzeldiniz
Ayrı düştüğümüzü hiç unutur muyum
Deli misin nesin
Seni hiç unutur muyum?
Fatih erkoç'un efsane şarkısıdır bana göre tabiki klibinin etkisinin bunda büyük bir payı var okan Bayülgen'in pudra zamanının tozu fotoğraf görüntülerinden oluşan klipte birer birer Kaybedilen usta sanatçıları görünce kötü oluyor insan.
Fatih Erkoç'un şarkısı. On yıl geçmeden Klibindeki sanatçıların yarıdan fazlası anı olmuştur. Merhumların Ruhları şad olsun. kalanlara tanrı uzun ömürler versin.
pasta çay ikilisi bana hep garip gelmiştir. ne biliyim çayla sütlü kremalı bi şeyi pek bağdaştıramadım. bi gün amcamın pastanesinde bundan söz açılınca başladım saymaya o nasıl bi kafa pastayla çay içilir mi salak mı bu insanlar vs. kafamı çevirdiğimde karşılaştığım şey elinde çayıyla bana bakar bi vaziyette kalmış genç bi çocuk önünde de pastası şaşkın bi biçimde bakıyo. o zamandan beri çay ve pasta favori ikilim. en azından etrafta insanlar varken.
Eski Bir Dost
Adana'dan gelen misafirim T.'yi bir gün boyunca gezdirmiştim. Şehre dönünce iyi sayılabilecek bir mekândan iyi sayılamayacak birer ciğer yemiştik. Gecenin ilerleyen saatlerinde de çay-kahve içmek için şehrin dağ tarafına bakan, kafe-restoran denen yerlerden birine girdik. Garsonlar ilgili ve samimiydi, "iyi birer Türk Kahvesi" istedik. Adamların samimiyetine güvenerek "iyi"yi iyice vurgulamıştık. Acı kahve seven bizler için gelen kahve gerçekten harikaydı.
Dağın tepesine ışıklandırma ile konudulmuş Atatürk silüeti altında, dağ yamacına kurulmuş mahallelerin ışıklarını seyrede seyrede içtik acı kahvemizi. Sonra buraya has bir peynirli irmik helvası yedik. Tadını ağzımızda uzun bir süre hissetmiştik.
Bir süre terasta oturup sohbet ettik. Sonra hesabı ödemeye aşağı indik. Mekân sahibi bizi tuttu biraz, ayak üstü konuştuk. Tarih Öğretmenliği okumuş adam. Anlattığına göre 79 almış, 80'le atamışlar; 80 almış, 81'le atamışlar. KPSS dershanelerinde hocalık yapmış sonra. Birkaç ay önce de bu baba mesleğine başlamış.
Adam bize çok cömert davrandı, ikramda bulundu. "Bu arkadaş Hatay'ı geziyor." dedim, irmik helvasından para almadı. "Seneye KPSS'ye gireceğiz." dedim, Tarih notlarını gösterdi, "Bir gün gelin, alın." dedi. Bir de masada dikkatimi çeken eski paraları gösterdim, "koleksiyon" dedi, birer de kağıt 100 binlik verdi, çocukluğumun harçlığı. işte bizim eski bir dostla asıl buluşmamız da böyle oldu.
4 yıl öncesinden bir fotoğrafa denk geliyorum. Lise vakitleri. 7-8 kişi varız fotoğrafta. Tek tek bakıyorum kim varmış diye. Biri bile yanımda değil şimdi. Yarısı benden nefret ediyor.
Fotoğrafın ortasında ben varım. seviliyorum. yalnızlık hissettiğim bir an bile yok topluluk içinde. illa ki bir ilgi, bir alaka görüyorum her an. Bir şekilde farklıyım çünkü. merak uyandırıyorum. hahaha ulan eski en yakın arkadaşlarımda merak uyandırıyorum ve şimdi fark ediyorum bunu. dört yıl sonra düşününce anlıyorum etrafımdaki ilgi çemberini. neyse siktir edin. kısaca sınıfın "cool" çocuğuyum o zamanlar.
Okula başladığım günlerin tam tersi yani. Kimsenin yüzüne bakmadım aylarca. Herkes birbiriyle tanışırken ben her geleni tersledim. Yeni okul, yeni semt. Aynı dili konuşan farklı bir ülkede gibi hissediyordum kendimi. Kelimeler anlamlı ama karşılıklı anlaşma yok. Gel zaman git zaman alıştım buralara. Onların değişecek hali yoktu, ben değiştim. Değişime en açık olduğum yaşlar tabi. Her geçen gün onlardan biri oluyordum. Kültürlerine alıştıkça daha da onlar oluyor, yetmiyor, onlardan daha da onlar oluyordum. zamanla aramızdaki benzeşme süreci yeniden farklılıklara kapı açtı. eskiden ben doğu onlar batıyken, artık ben uzak batı oluyordum. e tabi istikameti belirsiz bir yolculuk bu. nasıl duracak? nasıl dursun?
bilmem...
dursun mu?
tekrar bakıyorum fotoğrafa. bitti sanmıştım. dönüşümüm hep bir noktada biter sanmıştım. evet artık bu insanlar anlaşabileceğim insanlar, bu kişilerle hayatımın büyük bir bölümünde dost kalabilir ve anlaşabilirim sanmıştım. öyle olmuyormuş.
belki bendedir problem. çünkü evet tekrar bakınca fotoğrafa, onları kıracak şeyler yapmışım. farklılıklarımızdan kaynaklanan problemler günlük sorunlar yaratmış kimisiyle. kimisiyle bir daha yüz yüze bakamayacak kadar utanılası kavgalar etmişim. birçoğuna büyük ayıp etmişim. onlardan da bana ayıp eden oldu, kuşkusuz. yine de suçun büyüğünü üzerime alıyorum. sonuçlarını bile bile veyahut düşünmeden yaptığım her ayıp için kendime kızıyorum.
bir yerden sonra dilenen özürlerin anlamı kalmıyor insanlar için. dilenen özürlerin anlamsızlığına kusayım o zaman. çünkü özürler her zaman anlam taşır bana kalırsa. insan her zaman affetmeye hazırdır. (ya da olmalıdır.) belki de dilediğim özürlerin bir işe yaramadığını gördükçe böyle olsun istemişimdir. bilsem onlar için de böyle olduğunu, hala gider çocukların küslüklerden sonraki barışmaları gibi tertemiz devam ederim arkadaşlıklarıma.
yazdım yazmasına da okumayın tamamını. okunacak bir şey yazmadım bu saatte. duvara bakıp düşüneceğime, ekrana bakıp düşündüm. kaybettiğim her insan için tekrar üzüldüm.
bizim bir market var dedim ki ; abi sana senin kendi colanı satarsam beni işe alacaksın.
- nasıl lan ? dedi, abi senin küçük kız çocuğun var, cola şişelerini sonradan teleskop yapabiliyorsun dedim videosunu gösterdim, kardeşim çok beğenir vs diye de gazladım.
iş senindir dedi.
bu da böyle bir anımdır.
Otogarın bahçesinde aracımı bekliyordum. Efkârlı bir bakışla yanaştı genç adam. Temkinli tavırları vardı. "Adanalı mısın?" dedi. "Hayır" dedim, benim yerime bir Adanalıyla mı konuşmak isterdi diye düşündüm. "Hatay'a gidiyorum. Sen Adana'ya mı gidiyorsun?" dedim. Başını ağır ağır sallayarak onayladı. Buralı mısın, dedi. "Hataylıyım" dedim. Bir süre sessiz sakin geçti, beni izliyordu. Ben cebimden eldivenlerimi çıkardım, o elini ceplerine soktu, bugün yağan kara herkes gibi o da hazırlıksız yakalanmıştı demek. Montu belli ki pahalıydı, öyle monta para veren adamın illa ki bir eldiveni vardır. Aklımdan bunlar geçiyordu. Yine lüzumsuz hesaplar yapıyordum.
"Hapisten yeni çıktım. 2 yıl da denetimli serbestlik var. Adana'ya da bunun için gidiyorum" dedi. Bu işlerin prosedürünü pek bilmem, sormadım da. "kaç yıl yattın?" dedim. "6 sene." dedi. "Çok yatmışsın" dedim. Bir cesaretle konuştu: "bir hiç uğruna vurduk adamı, boşa geçti 6 sene." insan bazen hata yapıyor, dedim.
Bazen o hatayı bilerek yaparmış insan. Öyle dedi. Anlatacak bir şeyleri vardı belli ki, doğrusu pek de sıkılmıyordum bu adamdan. Ama bende en ufak bir merak göremiyordu, göremezdi de zaten. O da bu temkinli haliyle bir şeyler anlatacağa benzemiyordu. Kısa bir bekleyişin nihayetinde konu değişti, "Adana'da nereye gidilir?" dedi. En başta "Adanalı mısın?" diye sormasının sebebi de ortaya çıktı böylece. "Otogar Seyhan'da." dedim, "sabahı bekle, ben de çok iyi bilmem Adana'yı." Hakikaten benim yerime bir Adanalıyı tercih ederdi. Sorumun cevabını da vermiş oldum. O sırada otobüs otogara girdi, perona yanaştı. Bu ani değişiklikle bizim sohbetimiz de sona erdi. Otobüsü gösterdi, "mola verirse beni kaldırır mısın?" dedi. Koltuk numarasını söyledi, gitti. (17.11.2016)