anlatacak bir hikayem var

entry5 galeri0 video5
    1.
  1. bir şubat akşamı ankara çok soğuk,
    ders yeni bitmiş, para gibi...
    uzun bir yol beşevler-çinçin arası...
    “ya sabır” çekilir, güzel bir küfür de havaya edilir..
    20 sinde kominist olmayan malum duygusuzdur...
    solculuk oynamaya çalışıyoruz, yırtık ayakkabılarla...
    çinçinde tek katlı bir gece kondu,
    bir mutfak ve yatak odası,
    tuvalet ve banyo dışarıda...
    yumurta yatak odasında kırılıyor hem yemek pişsin hem de oda ısınsın,
    birde koku sinmese odaya...
    tv yok, düğmesi kırılmış eğriti bir radyo var,
    zar zor ankara radyosu çekiyor,
    birde parazit olmasa...



    ekmekten bir parça alınıp,
    tüten yumurtadan tam bir parça alınacakken,
    nokia marka, takoz telefona mesaj geliyor.

    “sana ihtiyacım var”



    açlık unutuluyor, zaman duruyor...
    arayamıyorum ama biliyorum...
    birşey olmasa, kan kusar kızılcık şarabı içer, bu mesajı atmaz...
    mesafe uzun 400 km
    meteliğe kurşun sıkıyorum...
    imkansızlık her zamanki gibi gözlerimi dolduruyor...
    hemen arka gece konduda oturan komşumuz muhtar ahmet abinin yanına gittim,
    mert adam, babayiğit, sormuyorbile ne olduğunu,
    çıkartıyor 20 milyon veriyor.
    kiram aylık 40 milyon,
    iyi para veriyor anlayacağın...
    doğru tcdd ankara garına yürünür,
    doğu eksperesi geldi gelecek,
    biraz koşar adım,
    biraz koşuyla yetişilir trene...
    gişe memuruyla göz göze gelinir,
    ne işin var diye bakar gözlerime,
    “abi, acil gitmem lazım, ucuzundan bir bilet versene”
    “kaçak bin o zaman” dedi, şaşırdım,
    “abi, beceremem o işleri” dedim...
    çıkardı 2 milyona numarasız ve tcdd çalışanından indirimli bir bilet tutuşturdu elime.
    “abi” dedim “parası...”

    “yolun açık olsun, selam söyle sevenlere” dedi...



    tren ağır ağır kalkarken,
    o acı düdük sesi...
    hiç sevmedim ayrılıkları,
    hiçte istemedim arkamdan el sallanmasını,
    ama hep gözüm aradı birinin yine gel diye bakışını...

    yine gel...



    tren ağzına kadar dolu...
    koridorlardabile ayakta duracak yer yok...
    çepte samsun 216...yol uzun...
    sekiz saat sürecek...
    6 ...
  2. 2.
  3. Koridorda pencereler açık,
    Hava soğuk ama pencere açık olmasa nefes alamayacağız...
    Mesaj kafamda sürekli dönüyor dolaşıyor...
    “sana ihtiyacım var”
    “sana ihtiyacım var”
    “sana ihtiyacım var”
    Elimi sigaraya atıyorum ve boncuk gözlü kız çocuğuyla göz göze geliyorum,
    Paltomun cep ucundan tutup cekiyor,
    Zar zor tuvaletin önüne gidiyorum,



    Sigaramı yakıyorum...
    Derin bir nefes...
    mesaj hala aklımda...
    Başka bir şey düşünemiyorum...
    iliklerime kadar hissediyorum...
    içimde garip bir telaş var ama tren o telaşa inat ağır ağır gidiyor, grilikten yeşilliğe...

    http://www.youtube.com/watch?v=r_1oJlxBbSg

    Kondüktör geliyor sigaramda bitmek üzere,
    Biletimi istiyor...
    Gösteriyorum...
    "Neyi oluyorsun" diyor?
    "Kimin?" diyorum
    "Bileti verenin"
    para vermediğimi nasıl anladı? ne demem lazım şimdi? "sana ihtiyacım var". geliyorum bekle...
    "Yeğeni sayılırım, sıkıntı yok değil mi?" dedim
    "bizimde yeğenimiz sayılırsın o zaman" dedi...
    ve onu izlemem için işaret etti...
    yemekli vagonun arkasına geldik...

    http://www.youtube.com/watch?v=RjzGvZQsJOY

    ufak bir masa ama ufaklığına inat zengin bir masa...
    bir ufak açılıyor, gözüyle oturmamı işaret ediyor...
    karnım aç, tavuk güzel gözüküyor...
    Kondüktör eliyle bana doğru itiyor tavuğu,
    "ye" diyor sert bir tavırla, bir o kadarla gururlu...
    sormadan bir duble koyuyor bardağa...
    Sigara çıkarıyorum, o kendi sigarasından ikram ediyor...
    Bıyıkları sigaradan sararmış...
    bakışları yorgun...
    saat ilerliyor,
    "kalkıyorum genç" diyor, "sen otur" diyor...
    kafam masaya yapışmış uyuyorum...
    ve trenin acı düdüğü uyandım...
    yorulmuşum... heryerim ağrıyor...
    "sana ihtiyacım var"
    “sana ihtiyacım var”
    “sana ihtiyacım var”
    “sana ihtiyacım var”
    “sana ihtiyacım var”
    “sana ihtiyacım var”
    hızla koşuyorum kapıya tren durmak üzere ama ben duramıyorum...
    atlıyorum perona...
    sendeliyorum...
    kondüktor pencereden bakıyor ardım sıra...
    ne bir el sallıyor ne de bir selam veriyor...
    hiçte istemedim arkamdan el sallanmasını,
    ama hep gözüm aradı birinin yine gel diye bakışını...

    http://www.youtube.com/wa...v=exUyIW5_tzs&ob=av3n

    geliyorum...
    sabret
    geliyorum
    sabret
    “sana ihtiyacım var”
    “sana ihtiyacım var”
    “sana ihtiyacım var”
    4 ...
  4. 3.
  5. hava çiseliyor...
    kafanı aşağı eğsem de fayda etmiyor,
    rüzgar yağmuru havada döndürüyor...
    kısacası yağmur her yönden yağıyor...
    yol uzun gibi gözükse de,
    büyük şehirlerde yürüyerek semt değiştiren insanlar için kısa bir mesafe,
    ama orada yaşadıkça o mesafe zamanla uzayacak biliyorum...
    her yakınlaşma, aradaki mesafeleri uzatıyor, biliyorum...
    geliyorum...

    (vid:#26025)&feature=fvwrel

    sonunda sokağa girdim,
    kafamdan duman tütüyor,
    sokağa girmemle yaşlı bir amcayla göz göze geldim,
    adam beni görür görmez samimi bir şekilde selam verdi,
    nezaketen selamını aldım,
    bana doğru bir adım atınca ben hızla kaldırımdan karşıya geçtim.
    adam kafasıyla beni izliyordu...
    rahatsız oldum,
    ama bir yandan da adam tanıdık geliyordu.
    son bir bakış attım, adam elinde telefonla bir şey konuşuyordu...
    evet evin önündeydim...
    sanki hiç ayrılmadığım evin önünde...
    ayaklarıma beton dökülmüş gibi...
    ağırlaştı...
    zaman yavaşladı...
    olduğum yere çöktüm...
    sigara yaktım...
    gözlerim terasta...
    cesaretim yok...
    gözlerim terasta...
    cesaretim yok...
    "sana ihtiyacım var"
    "sana ihtiyacım var"

    sıkıntıdan kollarımı ve avucumu kaşımaya başlamışım,
    kanamaya başlayınca anladım...
    kaşınmak beyinde endorfin salgılanmasına neden oluyormuş,
    endorfinde mutluluğa...

    yağmur hızlandı...
    dört saattir buradayım...
    adım atmak şöyle dursun ayağa bile kalkamıyorum.
    iliklerime kadar ıslandım,
    yağmuru artık tenimde hissediyorum...

    bu adam neden geldi tekrar, neden bana bakıyor?
    allah allah...
    acaba akrabası filan mı?
    tanıdıkta geliyor hem suratı.
    acaba?

    "sana ihtiyacım var"
    bekle
    geleceğim...

    "sana ihtiyacım var"
    bekle
    geleceğim...

    sen şimdi telefonu kapat...
    içini rahat tut...
    şu sınavlar bir bitsin...
    biliyorsun ikimiz içinde önemli...
    benim için sabret...

    -öyle "osun" o zaman. ama çabuk ol olur mu? annem çok
    dıt dıt dıt
    hat kesilir...

    4 ...
  6. 4.
  7. telefonun kesilmesinin ardından yarım saat geçmiştir.
    "seni seviyorum" demeden, onun öpücüğünü duymadan kapanmıştır telefon ve bu huzursuz etmiştir genç aşığı.
    telefona sarılır, biliyordur geç olduğunu, annesi kılın teki başının etini yiyor kızın. ama "osun" onun sesini duyması gerek biliyor yoksa sabahlar olmasın...
    seviyor her halinden belli.
    gecenin bir yarısı telefona kimse cevap vermiyor...
    hayırdır inşallah deniyor ve yan komşularından pelin aranıyor.
    - "osun"ları aradım kimse cevap vermiyor.
    pelin - sakin ol
    - yoo sadece merak ettim, onun için aradım.
    pelin - hat gitmiştir belki
    - pelin kafamı buluyorsun, aynı binadasınız senin telin çalışıyor onlarınki çalışmıyor mu?
    pelin- bilmiyorum.
    hasiktir bir şeymi oldu acaba diye aklından geçirdi.
    - ne oldu söyle.
    pelin - "osun" a biraz önce araba çarptı...
    -neee
    pelin ağlamaklı bir şekilde - öldü. diyor
    -...........

    tamam geliyorum demeliydim.
    annesinin eline bırakmamalıydım.
    yazın nişan yapmalıydık.
    ne yaptık
    ne yaptım
    neden
    neden ha neden
    daha 17 yaşındaydı
    gelinlik giyecekti
    tabuta mı giydireceğim ben gelinliği
    neden ben

    ve gözler kararır.
    bir yıldan fazla hastanede kaldım...
    bazen aklım gidiyor
    o günü yaşıyorum.
    bazen telefon geliyor, bazen msg
    "sana ihtiyacım var" diye
    ve ben bu sefer durmuyorum yerimde
    tüm hızımla gidiyorum evinin önüne

    artık ailemde, komşularda, gişe memurlarıda, kondüktörlerde ve komşularıda biliyor beni
    gerçi ben hepsini unutuyorum
    onun öldüğünü unuttuğum gibi
    yerimde duramıyorum
    koşuyorum
    havanın anlamı yok
    içimde onun sevgisi kah ısıtıyor kah serinletiyor...
    neye ihtiyacım varsa sevgisi veriyor bana...
    bekliyorum kapısının önünde
    zaman yok benim için

    o yaz nişan yapsaydık
    annesi evlendiye sıkıştırmayacaktı.
    oda bunalıp evden çıkmayacaktı
    kafası dalgın olmayacaktı karşıdan karşıya geçerken
    ya da benden umudu kesip atmayacaktı arabanın önüne kendini

    işte bu olasılık yıkıyor beni ya benden ümidi kesmişse ve ben neden olmuşsam...
    koca bir duvarı yıkan nem gibi...
    içime işledi bu...
    sevmiştim, seviyorum ve seveceğim...
    hele şu sınavlar bir bitsin...
    sabret sadece...
    5 ...
  8. 5.
  9. hala “yüzünü yıka, kahvaltı hazır” sesini duymamıştı, oysa her sabah bu sesle uyanıyordu. dün sabahın o sesi son duyuşu olacağını bilmeden kalkmıştı...

    yatakanenin hemen arkasında bulunan fındık ağaçlarına bakıyor, ufacık elleriyle gözünü ovuşturuyordu. birden ağaçların arasında irice olmasına rağmen çok sevimli bir köpek görmüştü. babası avcıydı, bir sürü köpekleri vardı evlerinin bahçesinde, sırtlarına binip dolaştığı çok olmuştu. her seferinde dededen azar işitmesi ayrı tabi, “bre velet, eziyet etme köpeklere” ama dedesi burda değildi. kanı kaynamıştı, ok gibi fırladı terliklerle yatakanenin arkasındaki arka bahçeye, ağız alışkanlığı birden “cudi” dedi köpeğe, “gel” dedi. köpek dik dik bakınca yutkundu hatta biraz da korktu. arkadan huzur veren bir ses “korkma” dedi. adı “fındık” dedi ve yanına geldi kaan’ın. “ben özgür” dedi. “birinci sınıfım, sen hazırlıktasın galiba daha önce görmedim okulda seni” dedi. annem “yabancılarla konuşma” derdi ama burda herkes yabancı tıpkı ben gibi. derin bir nefes aldım ve tüm cesaretimle “ben kaan, hazırlıktayım ve yatılı okuyacağım burda” dedim. özgür elini ağzına getirerek güldü, “belli oluyor terliklerle inmişsin aşağıya, aman dikkat et coğrafya öğretmeni görmesin döver yoksa seni” dedi. gayri ihtiyari “neden?” dedim. “sırf bu yüzden” diyerek terliklerimi gösterdi ve konu dağılsın diye “sevsene fındığı” dedi. “korkma” dedi.

    gözümü açtığımda hastanedeydim sol kolum sargılıydı ve canım çok acıyordu... halbu ki ben sadece sevmek istemiştim fındığı ve özgüre güvenmiştim. terliğimin teki yoktu, sekerek koridora çıkayım dedim ki özgür ağlamaklı bakışlarla koridordan bana bakıyordu. ona güvendiğim için canımın son yanışıydı...

    akşamları okulda kalan coğrafya öğretmeni mescitten çıktıktan sonra özgürle beni okulun en alt katındaki kalorifer dairesine götürdü. gördüğüm en karanlık ve korkutucu yer burasıydı. sanki içerden canavarlar çıkacak gibiydi. öğretmen dün sabahki olay yüzünden çok kızmıştı. disiplin takıntısı vardı. öğretmenler içinde en cüsselisi oydu. korkudan bacaklarım titriyordu, gözlerim dolmuştu, yutkunamıyordum bile, özgür usulca elimi tuttu ve dünyanın en şefkat dolu sesiyle “korkma” dedi. daha on yaşındaydım ve hayatımda hiç öyle dayak yememiştim. öğretmenin vurmasıyla yere düşmem bir oldu ama öğretmen durmak bilmiyordu. özgür kömürlerin üstünde duran küreğin sabını yarım yamalak kaldırarak “gücün bu çocuğa mı yetiyor” diyerek öğretmenin sırtına küreği yapıştırdı.

    özgürün bu haraketiyle irkilen öğretmen özgüre vurmaya başladı. yıllar sonra aynı duyguyu yaşayacağım o büyük çelişkiye düştüm, bir yandan “oh artık bana vurmuyor” derken diğer yandan “ama yeter özgürün suçu yok vurma ona” diyordum ve biliyordum ona vurmasa bana vuracaktı ve özgürle bayılmadan önce göz göze geldik...

    sabaha kadar başındaydım ve öğretmen onun merdivenin korkuluklarından kayarken düştüğüne inandırmaya çalışıyordu. her hangi bir okulda yatılıysanız ki nerden bileceksiniz, küçükler büyüklerin yemi olur eğer öğretmenlerle ters düşerseniz. ve özgür merdivenlerin korkuluklarından kaydığı için disiplin cezası aldı...

    her koğuşun bir sorumlusu ve onların bağlı olduğu kat sorumluları vardı. özgür ikinci katta kalıyordu, tuvalet tarafında. bende üçüncü katın tam ters taraftaydım, merdiven koridoru ikiye bölüyordu. herkes uyuduğunda bazen ben bazen de o benim yanıma geliyordu... bir birimize onlarca hayallerimizi anlatıyor, yıldızlara bakıyor ve bir sonraki gün kimin yaptığı kağıttan kayık denize ulaşacak diye iddalaşıyorduk. hiç bir zaman onun kadar başarılı olamadım...

    bahar gelmişti, dışarda böcekler ötüyordu. uzunca bir süre her kesin uyumasını bekledim. özgür’e yeni gemi tasarımımı anlatacaktım. sabırsızlaıyordum. yatakhaneden çıt çıkmıyordu. ok gibi fırladım yataktan, doğru alt kata tam merdevenlerden inmiş ve koridora dönmüştün ki özgürün koğuş sorumlusu özgürü çekiştirerek tuvalete götürüyordu. kendimi tutamadım ve güldüm “yine altını mı ıslattı” dedim içimden. on dakikadan uzunca bir süre bekledim merdiven başında, yakalanırsam öğretmen döver diye de korkuyordum. dayanamadım tuvalete bende girdim, ortalarda değillerdi ama sanki özgür dayak yiyordu... işığı açarak tuvaletlerden birine girdiğimde, ses kesilmişti. tek duyduğum özgürün hıçkırmasıydı. özgür on iki yaşındaydı. köydeki ailesi imkansızlıklardan dolayı onu yatılı bırakmışlardı... hiç bir zaman onun kadar başarılı olamadım...

    özgürün yanına gittiğimde ilk defa bana kızdı, “sen neden yatakta değilsin? ne işin var burda” dedi. bende “harika bir gemi tasarladım, yarın seni geçeceğim” dedim. özgürün ağlamasına anlam veremedim ve “tamam” dedim, “yapmıcam o gemiyi, sen kazanacaksın yarında” desemde özgürün ağlamasını durduramadım. özgür benden çok büyüktü. ben hiç bir zaman onun kadar büyük olamadım...

    okulun bitmesine iki hafta kalmıştı. mümin diye sınıf arkadaşım okuldaki dini bütün abilerinden duyduğu hikayeleri bize anlatıyordu. anlattıkları bizi büyülüyordu, istersek bizimde abilerinin yanına ders çalışmaya hatta oyunlar oynamaya gidebileceğimizi söylüyordu. abiler çok sevecendi, sohbetleri hep iyilik üstüneydi.

    özgür’ün yanına gittim koşarak. abilerden bahsettim, “birlikte gidelim” dedim. “sen istiyorsan gideriz” dedi her zamanki barış ve huzur dolu sesiyle. kitaplarını bırakmak üzere koğuşa girmişken, koğuş sorumlusu önümüzü kesti. özgür yavaşca sırtıma dokundu ve “korkma” dedi... “işimiz yarım kalmıştı minik kuş” dedi özgüre ve bana dönerek “taze bıldırcınlarda varmış” dedi. babam hep bıldırcın getirirdi avdan, çok severim bıldırcını. özgür “işin benle” dedi. “yoksa rezil ederim seni” dedi. tuvalete doğru giderken göz göze geldik özgürle, sanki bin yıllık hasretle baktı bana, kömürlükte yediğim tokatın acısı anlamsızca geldi oturdu boğazıma, tuvaletten sesler gelince doğru öğretmenin yanına koştum, odasında değildi, palas pandıras mescide girdim, namaz kılıyordu öğretmen duramadım “özgürü dövüyorlar” dedim. elinin tersiyle itti ve “namaz kılıyorum” dedi. “ama özgürü son sınıf öğrencisi dövüyor” dedim. “yaramazlık yapmasaydı” dedi ve namazına devam etti. mümine koştum bahçedeydi “abileri çağır mümin” dedim, “özgürü son sınıf öğrencisi dövüyor” dedim. “özgür mü” dedi “ evet” dedim. arkasını döndü ve gitti.

    tiz bir ses geldi ikinci kattan, irkilerek baktım tuvaletin olduğu tarafa, bembeyaz bir güvercin kanat çırpıyordu ırmak tarafına doğru, ırmağın üstünden denize doğru uçtu. artık özgürdü...

    beş kardeşin en ufağıydı... o şimdi bin yıl kadar uzakta... ben sol kolumun bileğindeki yara izinde taşıyorum onu... bu hikayeyle birlikte sizde artık anılarınızda taşıyacaksınız binlerce özgürü...
    2 ...
© 2025 uludağ sözlük