pek de zor olmayan fakat asıl sonrası zor olan iştir.
zira gitmesi kolaydır. hele ki seni sürükleyen bir sebep ve gerekçe varsa. fakat gittikten sonra hissedersin birşeylerin noksan olduğunu. ne kum keser ankara' nın alışıldık insanları ve havasına özlemi, ne de deniz. gün geçtikçe özlersin.
pusludur, gridir, yalnızdır, çıplaktır, kurudur bu şehir ama, milyonlarca renk arasında o griyi aratmayı da bilir.
tayin, hastalık, üniversiteden mezun olmak ya da bu ve buna benzer sebeplerden dolayı başkentten ayrılmaktır. hele ankara'yı çok seviyorsan ve de sevdiklerini geride bırakıyorsan adama öyle bir koyar ki, bin kere yutkunsan da boğazının düğümlenmesi geçmez.
okul vasıtasıyla her yıl eylül'de mecbur kaldığım eylem.en çokta bir başka olan kış mevsimini özlüyorum buranın.sümüğüm suratımda donsa da,ellerim norveçli balıkçıların eli gibi olsa da..
ne olursa olsun özletir kendini ankara. herkesin doğup büyüdüğü şehir bir farklıdır ya kendi gözünde. ankara da öyledir. kışın eller cepte karda yürümeyi bile özlüyor insan.
hatırlıyorum da ilk telaşı, ilk heyecanı
ne ben selam vermiştim ne de o
buz gibi ve tozlu yüzü, hüznü andırır gibi bakışı,
kocaman yazılı ve sert görünümüyle dimdik duruyordu karşımda...
hiç bilinmezdi ne vedalara ne ayrılıklara sahne olacağı
aşti , ne sen bana ne de ben sana dargınım
ama aşti ben çok yalnızım...
ayrılıkların gününde yani bir pazar akşamında
hatırlıyor musun ; buğulu gözler, buğulu bakışlar
dokunsan ağlayacak bir adamın ufak adımları vardı eteklerinde,
ilerliyordu ondört nolu peron ve onu bekleyen acı son
hey! beyamca kalkıyoruz...
hatırladın mı ? öylece bırakmıştın beni,
hani kal diyecektin, hani bu şehir beni sevecekti,
hani sevecektin aşti
öylece dedim, öylece izin verdin gitmeme...
oysa yüreğim vardı arada, oysa gözlerim vardı,
arada aşk vardı aşti
yakışır mıydı sana...
ama kal deseydin, bi kal deseydin; sabaha kadar burada, bu yerde
hani o firkatiyle ağlatan, vuslatıyla sevindiren yerde,
hani o yolların sonunda,
hani o sert yüzünde, hani gönlünde gönlünde kalmaz mıydım?
yine de ne ben sana dargınım, ne de sen bana
ama aşti ben çok yalnızım...
hatırlıyor musun ?
elimde son hatıram, üzerimde sinmiş kokusu,
biraz da burukluk, biraz kaybetmişlik yani
son kez diyordu bir ses oysa veda sözleri çoktan söylenmişti.
son sigara yakılmıştı artık. artık burası ankara değildi
inan inan musti değildi burası ankara,
hayır aşti gelme üstüme, son sigara yakıldı.
birden hayal meyal bir görüntü, bir ışık belirdi sanki
sanki tüm sesler susmuş yalnızca o duyuluyordu...
evet geldi. geldi aşti,
yarı ıslak saçıyla, incecik bir hırkayla, delikanlı bir yürekle
sanki yüzyıl görülmedik bir hasretle geldi.
aşti 'ye yakışır bir veda olmalıydı,
eve gidince beni ağlatmalıydı,
bir filmin en müthiş sahnesi çıkmaz ya aklından
işte öyle devamlı gözümde durmalıydı..
ah ! aşti dedim ya sana yakışır bir veda olmalıydı
son kez tutuyordu eller birbirini,
son kez bakıyordu gözler,
sözler veriliyordu, yeminler ediliyordu,
sen de duydun aşti , sen de gördün
nasıldı ama....
soruyorum sana uğradı mı hiç peronlarına böylesi ?
yaşadın mı böyle bir vedayı ha!
hadi aşti söylesene şahit oldun mu böyle bir aşka ?
ne yollar, ne mesafeler, ne sen, ne de hayat, ne de hayat aşti ayıramazdı...
ağlamak istiyordu canım
ama belli etmemeliydim
serde erkeklik vardı.
aslan gibi gidecektim,
nasıl olsa yol sabaha kadar sürer
annemin dualarıyla okunan mendilime gizliden gizliye
bir iki damla gözyaşı akıtırdım, akıtırdım da...
ya boğazımda ki düğüm, onu ne yapacaktım ha!
ne yapacaktım aşti
allah aşkına söyle
yürekteki bu ayrılık acısını ne yapacaktım ?
isyan mı sabır mı diyen bu soruyu
hangi mantıklı cevapla sonuçlandırıp yol alacaktım,
yol alacaktım ha!
nasıl geçerdi pencere kenarında sallanan bir baş
ve gözde bir damla yaşla, bu yol nasıl geçerdi ?
nasıl varılırdı "aşti" yazmayan bir otogara ha!
allah aşkına aşti...
ne ben sana dargınım ne de sen bana
ama aşti ben çok yalnızım...
aşti 'de bir veda günüydü yaşanan
haklar helal edildi,
o sert çehresiyle aşti bir anlık da olsa ağlamaklı odu.
ama söz vermişlerdi birbirlerine, ağlamak yoktu
güleceklerdi gökyüzüne,
en güzel umutlarıyla uçuracaklardı uçurtmalarını
hayalleri bir bir gerçekleşecekti.
otobüs kalkıyordu artık...
ilerliyordu yeni hasretlere, yeni ayrılıklara, yeni gözyaşlarına,
yeni buluşmalar allah'a kalmıştı,
allah'a emanet etmişlerdi birbirlerini,
çok zordu....
ah aşti ah !
ah ayrılıkların çocuğu !
yalnız gecelerin sevdalısı !
ah çekilmez acıların durağı !
isimsiz aşklar mezarlığı !
ey kankırmızı sevdaların yitik limanı
duyuyor musun beni ?
bir türlü silemedin şu gözyaşımı,
bir türlü sevemedim ayrılığı
bir türlü aşti bir türlü anlamadın beni
anlamadın beni....
yine de ne ben sana dargınım ne de sen bana
ama ben çok yalnızım...
kaldırımlarıyla sarmaş dolaş gecelerinde onbinlerce yüreği o yanlızlıklara teslim alan kent! koca kent! karbon monoksit fonlarda otobüs kuyruklarına savrulan nice heder ömrün büyük susuşlara, musvedde insanlıklara taşındığı ... farkında değildin! farkında değildi belki çoğulluğunuz: boğulmuştunuz, boğuluyordunuz ! köşe başlarında çeyrek biletlerle pek de ucuzlamış umutların korunduğu kent; varsıllıklardaki yoksullukların, ağrılı yalnızlıkların, tutmamak için verilen sözlerin terkedilmek üzere sevilen kızların kenti...yirmidört saatlik dostluklar, ego mastürbasyonları ve hep hüzün taşıyan vapurlar... o vapurlara ben binmedim, binmedim: binseydim batardılar! o kent !aşklarına ihbarcılar tüneyen ... kayıp kimliklerin,kimselerin... hani hiçbir taşıtında yerimin tam olmadığı ve hiçbir kadınını öpmediğim yağmurlarında..kalsam... bir kalsam o yağmurlara bir saçağın bile payıma düşmediği ıslaklığın kenti...sonra kendine vurgun o deniz ve çarparken sanki tükürmesi avurtlarıma imbat rüzgarlarının; buğulu bir camımın bile olmadığı ve çalmadan girebileceğim bir ev kapısının... çünkü herkesin bir kenti vardır; herkesin bir adı gibi bir kenti... o kent ! vuran ve vuran... bana bir başıma bağırmayı susturan... katıp önüne o kaypak rüzgarlarla sesimi, sesimi rehin alan! sonra bağırıp bütün varoşlarında yakasınıellerimle tuttuğum, vuruştuğum ve yenik düştüğüm.ama öğrendim ki kentler yenik düşmezmiş insanlara.geç anladım; önce vuruştum ve yenildim sonra ... o kent! herkesin kendini, ısrarla hep kendini yaşadığı, sonra kendine kaldığı ve herkesin giderek kendinden kaçtığı... meydanında göğüne buğulu gözlerimle bir dize yazarak bırakıp kaçtığım kent! aramasınlar! o dizeyi ancak ben bulabilirim orada. o kent, bir dizeye sığmıştır anılarımda... hala menekşe gözlü kadınları vardır o kentin; türküleri, bayrakları, bayram yerleri,resmi törenlerle kutlanan kurtuluş günleri ve daha kurtulamayış günleri! törenlerle yeni baştan, yeni baştan kurtarılıp da , insanlarının yeni baştan kurtarılamadığı sabahları hani ıhlamur ve tarçın kokan... geniş çarşıları, düşleri anadolu kokan konsomatrisleri ve ışıklı panolarla kuşatılmış ne azgın,ne tutsak geceleri... (herkesin bir kenti vardır ... bir insanı sevmek gibidir bir kenti sevmek; tanınmayan insan, gidilmeyen kent sevilebilir mi?) herkesin bir kenti vardır; ya senin kentin? hani sokaklarında bir misket için debelendiğin... yokuşlarında kiralık bisikletlerin direksiyonunu bırakıp kendini ana caddelerine delice saldığın kent.hani ilk sevgilinin, o liselinin küçük göğüslerine ve iri düşlerine dokunarak uyumaya çalıştığı gecelerde sana semalarda gülümsediği o günlerin kenti...ilk kez traş olduğun, ilk kez yendiğin ya da yenildiğin... sonra ter içinde yüreğinle yaşamla kavga! kavga: peşinde koştuğu ekmeği büyüdükçe kendisi küçülen insanlar arasında... ve ilk sinema geceleri... sevgiliye dehşetle mırıldanılan acemi aşk sözleri...ilk sarhoşluk, ilk korkular, yanılgılar ve ilk sigara...bir gün ölümle ilk tanışmada gözlerin bağlı ilk alınışın; ilk sorgu, ilk çarmıh, ilk çığlık ve ilk duruşma... tutuklu hüznüne ilk kez patlayan bir flaşın gözlerini kamaştırmasını büsbütün unuttuğunda, bir gazetede gözlerin kapalı çıkan ilk resmin...ilk görüşme, ilk volta,ilk özlemler buram buram ve boğulurcasına...sonrası nakarat; biliyorsun şimdi herşey nakarat! ikinci, üçüncü aşklar, gözaltılar,yalnızlıklar, yanılgılar vs. ama ilkler o kenttedir ve hiçbir güç bu doğruyu değiştiremez...çünkü herkesin bir kenti vardır; herkesin bir adı gibi bir kenti...
bir sevda
önceleri saray palas (!) otelinin ağır açılan kapısından girip saklı boğuntularımı hapsettiğim odanın kenti; senin kentin! oda nosu: 305! 305 nolu odanın kenti ve yüzünün sahibi senin...siluetini duvarlarına düşürdüğüm: 305! sabahları üç beş sandalyeli otel lobisinde bir çay, bir cıgara içimi konuk yüzün...sonra mesai çıkışlarıyla eve dönüş saatlerine kıstırılmış akşam merhabaları ve o çıplak, o deli sevda! sonra o kente yeniden konuk geldim; akşamdı ve haziran. bir kaçak gibi geldim, bekledim...geldiğinde o kent kadar üşüyordu ellerin; ellerimi sana verdim; al dedim: -eti benim, ılıklığı senin sevgilim... sonra düşmanlarımı anlattım sana; iz sürenleri gösterdim ardımda...dedim çarmıhlar kuruludur hep benim aşklarıma; dedim yok bir şeyim, bir şeylerim sevdadan başka... o kente konuk geldim; akşamdı ve haziran. seni tepeden tırnağa sevdim...sen, o kent kokuyordun; dudaklarında o denizlerin tuzu, saçlarında bulut katarları o kentin. saçların sarı mıydı? sarıydı...her telinde o kentin baharları. o kaypak baharları... yüzüme bir yer açtın yüzünde sen de; önce kokunu ezberledim, sonra susuşlarını,duruşlarını bir bir...yürüdük o kentin bütün rüzgarlarına, bütün mezarlarına, ağrılarına, puştluklarına karşı...ne iri bir aşktım: gözlerin nereye ben oraya kadar aşk! gözlerin o kentteydi senin; büyüktü o kent ve büyük aşk!(üstüme üstüme geliyordu senin kentin; ama sana korkusuzdum, sana ateş, sana külsana bela! sana korkusuzluğumla ben o korkuyu yendim ve o kente konuk geldim...)
ve veda
usulca ihanetlere açılıyordu pencerelerin; belki yeni sesler, yeni sözler, yeni aşklar çağırıyordu seni, gitmeliydin... ben gittim! mağlup bir sevgi ve bir matem bıraktımo kentte; ellerim uzaklarda kaldı, ya ellerin? sen kıyısız bir ihanettin; belki de özetiydin bütün ihanetlerin... orada bakmıştım ya o kuyruklara; o bezgin, ürkek, üşümüş kalabalıklara, bakmıştım da, kendimi gösterip: -bu adamı bırakmam,demiştim bu kuyruklara! alıp kaçırdım bendeki adamı sonra. belkikısa mesafelerin feodal yürüyüşçüsüydüm; sığmadım, sığmazdım o kuyruklara... giderken sevginin sol bileğinden kan sızlıyordu ve kalbimde kan bulaşığı bir güz; kalbimde sanki fırtınada yapraklar... sanıktın... bir sevgiyi ağır yaralamıştın! infazın o eylül ayına gömüldü ve anılara... ihanet: 1, sevgi: 0 , yer o kent... sevgi mağlup geldi ! o hep kazanırdı oysa. sonrası ne yazılır ne anlatılır bir şey... ne yazılır ne anlatılır... ne yazılır ne anlatılır? infazı o eylül ayına ve anılara... daha her yıl eylül ün avuçlarını her açışımda o aşkın enkazı duruyordu; ateşti,ateşti sevginin göklerinde, küller ise susuyordu...onun denizlerinde bir adam, usulca çekiyordu ağlarını sulardan, gençbir çift konakta öpüşüyordu; yaşlı fahişeler geçiyordu alsancaktan, kordondan filan; o kadın anılarda sapsarı gülüyordu... sevginin bileklerinden kan sızıyordu... artık yolları uzaktır o kentin; aramızda bin kilometre yol, nice sıradağ durur ve unutulmuş gibi susan ihanetler anılarda vurulur, vurulur! o kenti onunla birlikte yeniden sevmek, artık ölmekten zordur; o , kendi şafağını kirletmiş bir ufuktur... öyle günler vardır ki ömürlerimizde, bir şey ansızın başlar ve başlatmak düşer insana; bitince simsiyah bir nokta ayak uçlarına...işte bir kentti ve bir sevda! özlemi yitik, cürümü enkaz; dağıtır rengini yalnızlıklara...bir kentti ve bir sevda: önce ağrılar şimdi de anılarda... bir kent, gidince ve bir sevda, ayrılınca biter mi? bir kent bitse bile, bir sevda bitse bile, o kente ve o sevdaya gitmiş olmak bitmez ki! bir sevdanın son sözlerini yazdım şimdi ben ona ve giderek küllenen bir aşkın son direncini... noktalama imleriyle sürüp giden bir oyuna benziyor yaşam; noktalı virgüllerle, soru imleriyle sürüp gideni ya da bir ünlemle, bir noktayla ansızın biteni yaşıyor insan. çok şey başlar çok şey biter... bitmeyen anılardır. anılar bitmeyi bilmezler ve bir uğultu gibi savrulurlar yüreklerde, dinmezler... bir sevdanın son sözlerini yazdım şimdi sen ona ve anılarla tütsülenen bir aşkın son direncini... 'artık kendini bıçak gibi ışıyan yeni güne bağışla; yürü, arkana bakma, ama umursa; bazen anılara en çok yakışan elbise, birkaç damla gözyaşıdır unutma...' !!!!!
sebepsiz terketmek yapılabilecek en büyük hatalardandır.
sebepler yüzünden yapılanı ise büyük bir kayıp.
ankaraya kötü diyorsan eğer,
bi dön tercihlerine, sebeplerine ve kendine!
belki sendedir ayıp...