çok güzel bir dizi.. değişikti.. yalnız katili tahmin etmek çok zor değildi.. 2 kişiden şüpheleniyordum.. sonra şüphelerim de yanıldığımı düşündüm, final sahnesinde ise şüphelerim de tekrar haklı olduğumu gördüm..
agatha christie'nin aynı adlı romanından uyarlanan 3 bölümlük mini dizi. muazzam bir kurgu. kitabı ayrı dizisi ayrı güzel. türkçe'ye "on küçük zenci" diye çevrilmiştir.
birtakım cinayetler işleyen fakat bu işlediği cinayetleri yeterli kanıt olmadığı için suçlu bulunmayan on kişi indian/soldier island denilen adaya bay u.n. own tarafından davet edilir. davetlilerin tamamı geldiğinde güzel bir akşam yemeği yenir, bu sahne insana leonardo da vinci'nin "son akşam yemeği" tablosunu düşündürüyor. yemekten sonra olacakların yani bir nevi 'fırtına öncesi sessizlik' hissettiriliyor. https://galeri.uludagsozluk.com/r/1737869/+
sonrasında olaylar başlıyor.
şöyle bir adada hapsolduğunuzu ve adanın içinde kimin işlediği belli olmayan cinayetler yaşandığını düşünmek insanı inanılmaz geriyor. https://galeri.uludagsozluk.com/r/1737872/+
--spoiler--
kitabın bence en etkileyici kısmı sonda yer alan katilin mektubudur. kendine göre adaleti sağlamaya çalışan katil cinayetleri ne sırada ve soğukkanlılıkla nasıl işlediğini anlatır.
mektubu okurken mozart-lacrimosa zihnimde çaldı. sanki o an gerçekten yaşansaydı bu eserle tamamlanırdı.
"Şimdi Zenci Adası’nın mekanizmasının nasıl çalıştığına gelelim. Adanın satın alınışında ve benim izlerimin örtülmesinde Morris’i kullanmak Güç olmadı. Adam bu işlerin mütehassısıydı. Seçtiğim kurbanlar hakkında toplamış olduğum bilgi sayesinde hazırladığım plan kusursuz olarak tatbik safhasına girdi ve bütün misafirlerim, ben de dahil olmak üzere, sekiz ağustos da Zenci Adası’na ayak bastılar.
Morris’in işini evvelce görmüştüm. Midesinden rahatsızdı. Londra’dan ayrılmadan evvel mide ağrılarıma ve hazımsızlığıma iyi geldiğini söyleyerek bir ilaç verdim. Bunu gece yatmadan önce içmesini tembih ettim. Hapı tereddütsüz kabul etti. Morris’in çok dikkatli ve tedbirli bir adam olduğunu biliyordum. Ölümünde sonra bütün evrakları didik edilse izime rastlanmayacağından emindim.
Adadaki ölümleri sırası benim tarafımdan hususi maksatla ve dikkatle tanzim edilmişti. Misafirlerimin arasında suçlular derece dereceydi. Suçu en hafif olanın önce ölecek diğer soğukkanlı katillerle birlikte aynı korku ve vicdan azabını çekmemelerini düşünmüştüm.
Bunun için Antony Marston ve Mrs. Rogers evvela öldüler. Birincisi aniden, ikincisi de yattığı uykudan uyanamayarak rahatça öldü. Marston birçoklarımız gibi doğuştan mesuliyet sahibi olmayan biriydi. Onun için yaptığı kazalardan dolayı adadaki diğer canilerle bir tutulamazdı. Mrs. Rogers’a gelince, kadının herşeyi kocasının isteği üzerine yaptığı belliydi.
Bu ikisinin ölümlerini uzun uzun izah etmeye lüzum görmüyorum. Polis bu iki cesedin ölüm nedenini rahatlıkla ortaya çıkaracaktır. Potasyum siyanür evlerde böcekleri öldürmek için kullanılan ve ele geçirilmesi gayet kolay olan bir zehirdir. gramafon plağının ithamlarından sonra meydana gelen gergin hava sonunda Marston’ın boş içki kadehine bir miktar koymak benim için zor olmadı.
Son zamanlarda sancılarımın artması yüzünden doktor bana hayli kuvvetli bir uyku ilacı vermişti. Bunu kullanmayarak bir stok yapmıştım. Bunu Mrs.Roger’in kadehine boşaltıverdim.General Macarthur’un ölümü de hayli eziyetsiz oldu.Arkasından yanına sokulduğumu duymadı. Tabii, terastan ayrılarak generali öldüreceğim zamanı gayet iyi şeçmem gerekiyordu. Bunda da muvaffak oldum.
Benim teklifim üzerine adada bir arama yapıldı. Ve sağ kalan biz yedi kişiden başka hiçbir canlının bulunmadığı anlaşıldı. Bu, derhal ortada bir şüphe havasının uyanmasına neden oldu. Planıma göre müttefike ihtiyacım vardı. bu iş için de Dr.Armstrong’u seçtim. Çünkü Armstrong beni uzaktan tanıyor ve meslektaşlarım arasındaki itibarımı biliyordu. Benim katil olabileceğimi aklının ucundan bile geçirmiyordu. Bütün şüpheleri Lombard’ın üzerineydi. Ben de şüphelerinde haklı olduğunu belirten imalarda bulunuyordum. Bir ara ona katili tuzağa düşürmek için bir plan hazırladığımı fısıldadım.
On ağustos sabahı Rogers’i öldürdüm. Ocağı yakmak için odun kırıyordu. Arkadasn yaklaştığımı duymadı. Yemek odasının anahtarını cebinde buldum. Zenci bibloların eksilmemesi için odayı kilitlemiş, anahtarı da cebine koymuştu.
Rogers’in cesedinin bulunuşundan sonra meydana gelen karışıklıktan yararlanarak Lombard’ın tabancasını aldım. Yanında tabanca olduğunu biliyordum.Daha doğrusu Moris’e Lombard’a tabanca almasını söylemesi için talimat vermiştim.
O sabah kahvaltıda cebimde kalan biraz uyku ilacını Miss Brent’in fincanına kahve koyarken boşalttım. Biraz sonra yemek odasına girdiğimde ihtiyar kızın yarı yarıya kendinden geçmiş olduğunu gördüm. Bu vaziyette enjektörle boyun damarlarının içine bir miktar siyanür göndermem çok zor olmadı. Camda dolaşan eşek arısı hakikaten çocukça bir şeydi. Şiirin mısralarına sadık kalmaya çalışıyordum.
Bundan hemen sonra beklediğim şeyle karşılaştım. Daha doğrusu bunu ben teklif ettim. Ve birlikte bütün evin içini birbirimizin üstüne kadar aradık. Tabancayı iyi bir yere saklamıştım. Zaten yanımda getirdiğim siyanür ve uyku ilacı da bitmişti. Bundan sonra, Armstrong’ planımızı tatbik etme zamanının geldiğini söyledim. Plan şuydu; ben öldürülmüş rolü yaparak katili tuzağa düşürecektim. Katil tuzağa düşmese bile ben ölü olacağımdan serbestçe hareket edip herkesi gözetleyebilecektim.
Armstron’un bu fikre aklı yatmıştı. Planı o gece tatbik ettik. Alnıma yapıştırılan biraz kırmızı çamur, kırmızı banyo perdesi, ve peruk yerine geçen gri yün dekoru tamamlamaya yetti. Elektrik olmadığından mumların titrek ışığı işimi kolaylaştırdı. Dr.Armstrong’un beni muayene ettikten sonra heyecan ve korku içinde olan diğerlerinin yanıma sokulmayacaklarından emindim.
Plan mükemmel tatbik edildi. Gayet iyi düşünerek odasına astığım yosunlar Miss Claythorne’un çığlıklarla evi ayağa kaldırmasına yetti. Herkes yukarı koştuğundan öldürülmüş adam pozu almaya rahatça vaktim oldu.
Beni ölmüş vaziyette gördükleri zaman hepsi tam beklediğim şekilde hareket ettiler. Armstrong rolünde en az profesyonel bir aktör kadar iyiydi.beni yukarı, odama taşıyıp yatağıma yatırdılar. Birbirlerinden o kadar korkuyor, o kadar şüpheleniyorlardı ki, benimle kimsenin alakadar olduğu yoktu.
O gece saat ikiye çeyrek kala Armstrong’la dışarıda buluşacaktık. Onu evin arkasındaki kayaların üzerine çıkardım. Hiçbir şeyden şüphelenmemişti. Fakat o saçma çocuk şiirini hatırlamış olsaydı çok dikkatli olması gerektiğimi anlayacaktı.
Doktorun işini görmek kolay oldu. Kayalardan aşağı bakarak mağara gibi bir şey gördüğümü söyledim. O da eğilip bakarken arkasından ittim. Sonra eve döndüm. Blore’in işittiği herhalde benim ayak seslerimdi. Birkaç dakika sonra Armstrong’un odasındaydım. Bu defa birinin işitmesi için biraz gürültü yaparak odadan çıktım. Merdivenlerin sonuna vardığım zaman yukarıda bir kapının açıldığını duydum. Peşimden merdivenleri inen kimse ben ön kapıdan çıkarken gölgemi görmüş olmalıydı.
Peşime düşmelerinden bir iki dakika evvel evin etrafını dolaşarak evvelce açık bırakmış olduğum pencereden yemek odasına girdim. Pencereyi kapadım. Sonra zenci bebeklerden birini ve camı kırıp yukarı çıktım. Odama girerek uzandım.
Evi tekrar arayacaklarını tahmin ediyordum. Fakat cesetleri dikkatlice muayene etmeyeceklerinden emindim. Nitekim, tahmin ettiğim gibi,üzerime örtülmüş çarşafın ucunu şöyle bir kaldırıp yüzüme bakarak odamdan çıkıp gittiler.
Bu arada Lombard’ın tabancasını nereye koyduğumu söylemeyi unuttum.galiba. Arama sırasında tabancanın nerede saklı olduğunu da merak eden olabilir. Kilerde bir yığın konserve kutusu vardı. En alttaki bisküvi kutularından birini açtım, içinden bir miktarını başaltarak tabancayı içine koydum ve kapağı dikkatlice kapadım.
Hiç dokunulmamış gibi duran konserve kutularının içini kimsenin aramayacağını biliyordum.
Nihayet en heyecanlandığım an gelmişti. Adada birbirinde çılgın gibi korkan üç kişi kalmıştı ve bunlardan birinin elinde bir tabanca vardı. Onları evin penceresinden dikkatlice izliyordum. Blore eve doğru gelirken büyük mermer saati pencerenin yanına getirerek bekledim ve işini bitiriverdim.
Gene evin penceresinden Vera Claythorne’ın Philip Lombard’ı vuruşunu seyrettim. Çok cesur bir kadın olduğunu daha ilk görüşümde anlamıştım. Lombard ölür ölmez Vera’nın odasını hazırladım.
Çok enteresan bir psikolojik tecrübeye girişmiştim. Acaba genç kızın vicdanındaki suçluluk duygusu, içinde bulunduğu sinir gerginliğinin yardımıyla ve yeni bir işledikten sonra etrafında gereken dekor ve atmosfer yaratıldığı takdirde kendi kendini cezalandırmaya yetecek miydi? Yeteceğini tahmin ediyordum. Yanılmamışım. Vera kendisini odasında gardrobun kenarına saklanmış bulunan benim gözlerim önünde astı.
Nihayet son olarak, benim kızın ayağının altındaki iskemleyi çekmem ve yerine koymam kalmıştı. Sonra tabancayı aradım ve onu kızın düşürdüğü yerde merdivenlerin yanında buldum. Üzerindeki parmak izlerini bozmayacak şekilde aldım.
Ve nihayet….
Yazımı bitireceğim ve bir şişeye koyup ağzını sıkıca kapayıp mühürledikten sonra denize atacağım.
Niçin?
Evet niçin?
Daima kimsenin içinden çıkamayacağı esrarengiz bir cinayet işlemeyi arzu edip durmuştum.
Fakat şimdi şunu anlamış bulunuyorum ki, hiçbir sanatkar şaheserini sadece kendi görerek tatmin olamaz. Sanatkarı asıl tatmin eden şey eseri değil, onun meydana getirdiği takdir ve alkışlardır.
Bütün insanlar önünde şunu itiraf ediyorum ki, ben de ne kadar zeki ve kurnaz olduğumun herkes tarafından takdir edilmesini isteyen bir zavallıyım...
intiharımın şöyle olacağını tahmin ediyorum:
ipek mendille tutacağım tabancanın tetiğini çekince kolum yana düşecek. Serbest kalan tabanca, lastiğin çekişiyle kapının tokmağına çarparak odanın dışına düşecek. Gözlüğün kordonu da vücudumun altında bulunan gözlüğümün yanında masum bir tavırla sallanacak. Yerde görülecek olan mendil de kimsen,n dikkatini çekmeyecek.
Cesedim yatağımda yatarken ve kader arkadaşlarımın da zannettikleri gibi alnımdan vurulmuş olarak bulunacak. Ölüm vakti, cesetlerimiz çok geç ele geçirileceğinden tam olarak tespit edilemeyecek ve kurbanların ölüm sıraları hatıra defterlerinde yazılanlara uygun şekilde olduğu kabul edilecek.
Deniz sükunet bulduğu zaman adaya kayıklar ve insanlar gelecek
Ve herkes 10 ceset ile Zenci adasının, bu mektup bulunamazsa, hiçbir zaman çözülemeyecek olan esrarı ile karşı karşıya kalacak...
Agatha Christie romanından uyarlanmış, tek oturuşta izlenebilecek 3 bölümlük mini dizi. izlerken aşırı gerilimin yanında bi bulmaca çözüyormuşsun gibi hissettiriyor.
bbc tarafından 3 bölümlük mini dizi olarak yayımlanmış kitap. black sails'ın captain flint'i toby stephens da oyuncular arasında. agatha christie'nin okuduğum ilk romanı olmasından ötürü ve insanı gerçekten ters köşe yapan bir konusu olmasından dolayı gerçekten yeri ayrı bir eserdir.
bu güne kadar okuduğum en iyi kitap diyebilirim. kitabı okurken sanki onlarla birlikte yaşıyorsunuz olayları. tabi sonunu herkes gibi ben de doğru tahmin edemedim.
kitabından uyarlama filmi ile, kitabın arasında son chapter bağlamında uyuşmazlık olan eser. kitabı okuyup filmi izlemek daha iyi oluyor kanımca. böylece, değişik sonlara kendinizi hazırlıyorsunuz ki, ilk film uyarlamasının 40'lı yıllarda çevrildiği düşünecek olursa (o zamanla agatha hayattadır) agatha'nin izni doğrultusunda son kısımda değişikliğe gidildiği düşünülebilir.
----spoiler----*
aldıkları birer mektupla, bilmedikleri bir adada bir haftalık tatil şansını yakaladıklarını düşünen 10 iyi eğitimli ve meslek sahibi kişi, bilinmeyen bir olay örgüsüne yelken açarlar. tuhaf olan, aldıkları mektup aynı kişiden gelmiş görünüyor olmasına karşın, hiçbirisi göndereni yakınen tanımıyorlar. adamın ismi: "unknown owen" dır. "bilinmeyen, tanınmayan owen". zaten, bu varyemez adamlar, bedava tatil deyip yola çıkmışlardır. ayrıca, aralarından birisi, öyküye ismini veren 10 küçük kızılderili çocuğun kaderlerinin birbirine benzer şekilde nasıl basitçe son bulduğunu anlatan şarkıyı mırıldanır. malikanedeki 10 kişinin başlarına gelen ölümler, tıpkı şarkıda bahsi geçen 10 çocuğun ölümü şekillerine benzemektedir. zaten, ekip orayı terketmek istediklerinde piyano çalan bu adam ansızın hayatını yitirince orada kalmaya, olayı çözmeye karar verirler. odalar yanyandır, geniş anahtar deliklerinden birbirini izlemektedir herkes. yemek yedikleri masa şamdanının bitişiğinde, 10 küçük çocuğun küçük heykelleri vardır. zamanla, 10 kişi teker teker ölmeye başladıklarında, bu heykeller, teker teker yerlerinden eksileceklerdir. muazzam bir karmaşıklık ve bir aldatmaca var. bir ara, miss marple da görünüyor lakin, hercule poirot rol almıyor.
bir oturuşta bitirdiğim tek kitaptır kendisi. konuyu sakız gibi uzatmaması ve okuyucuyu yormaması açısından agatha ninemizi tebrik ediyorum. raftan aldığım gibi yıpranmadan, pırıl pırıl yerine koymuş bulundaum kitabı. 5 saatte bitiverdi çünkü.
katili tahmin edemediğim cinayet romanı başarılıdır bana göre. bu kitapta bunu başardı. ancak son sayfalardaki klasik, katilin olayları nasıl gerçekleştirdiğini anlatışı, yeteri kadar inandırıcı değildi. bu kadar şansın denk gelişi zor bir ihtimal.
büyük beklentilerle okuyup beklentimi karşılayadığı söyleyebilirim. yazarın anlattığı hikayeyi film olarak gördüm hayalimde. kitap bittiğinde zihnimde bir tat kaldığına göre bu kitap olmuş demektir.
hiç bitmesin istenilen ama buna rağmen bitene kadar elinizden asla bırakamadığınız polisiye-gerilim romanlarının babasıdır. okurken kendinizi o adada onlarla beraber hissedersiniz. konusuyla, anlatımıyla, karakterleri ve geçmişlerinin harika tasvirleriyle nefes almadan bi çırpıda okutturur kendisini. her sayfanın ardından gerilim ve heycan daha da artar. okumayanlara şiddetle tavsiye edilir. ölmeden okunması gereken kitaplardandır kendisi.
dünyanın en iyi romanları arasında bulunan, en iyi cinayet romanı ünvanına sahip bir agatha christie kitabı. çizgi romanınında okunması tavsiye edilir.
kurgusu güzel, 10 bölümlük bir arkası yarına da uyarlanmış gerilim dolu agatha christie kitabı.
--spoiler--
ben katilin onları oraya getiren motorcu ya da o dindar kadın olabileceğini düşünüyordum. kadın ölenlere üzülmüyordu çünkü, cezalarını bulduklarını düşünüyordu. ilahi adaleti sağlama görevini kendine atadığını düşünüyordum.
doktordansa hiç şüphelenmedim, bilmiyorum bende iyi bir intiba bıraktı nedense.
--spoiler--
milyon dolarlık en baba gerilim filminden bile insanı daha çok geren kitap.
hele o son 10 sayfaya geldiğinizde bir iki dakika bekleyip öyle devam ediyorsunuz okumaya.
(bkz: ccc agatha christie ccc)
radyoda bu tip romanları anlatan bi abi vardı önceden.
film gibi konuşmaları duyardık, araları da o anlatırdı.
her gece; yarısı sabah okula gideceğim halde 1'i bulurdu uyumam. sırf on küçük zenci yüzünden.
tanım: yaş ilerledikçe beklenilen etkiyi bırakamayacak romandır.
hiçbir gerilim filmi insanı bu kadar geremez. agatha christie bu harika romanını adeta okuyucu elinden bırakmasın diye yazmış. tuvalet arası verdiğimde bile sürekli kafamda katili arıyordum.
az miktarda spoiler içerir:
adada 10 kişi var hepsi birbirinden korkuyor. sürekli cinayetler oluyor ama öldüren kim belirli değil. zira bu 10 kişi birbirinden şüpheleniyor. insan adada başka birinin olduğunu düşünüyor - roman kahramanları gibi- ama yok!
eğer yazarı tanımasam fantastik bir şey var olduğuna emin olacaktım.
tek seferde okunulan roman sonunda 'vay be' dedirtiyor insana.
Kitabın orijinal adı (And There Were None), Ve Hiçbiri Kalmamıştı veya Ve Hiç Kimse Kalmamıştı şeklinde Türkçeye çevrilebilir. Bu kitaba Agatha Christie "On Küçük Zenci" adını vermiş, daha sonra fikrini değiştirip "On Küçük Kızılderili"de karar kılmıştır.
Kitabın konusuna gelince, geçmişte verdikleri kararları, hataları ya da ihmalkârlıkları nedeniyle insanların ölümlerine yol açmış on kişi, bunu sır olarak saklamaktadır. Bu kişiler, günün birinde Owen adında birinden bir mektup alırlar ve tatil amacıyla Kızılderili Adası'ndaki gösterişli bir malikaneye davet edilirler. Konuklar, Owen adındaki kişiyle nerede tanıştıklarını bir türlü hatırlayamasalar da, söz konusu daveti ücretsiz bir tatil fırsatı olarak görürler ve teklifi kabul ederler. Ancak adaya vardıklarında onları bir sürpriz beklemektedir: ev sahibi ortalarda yoktur. Aynı günün akşamı, gramafona bir plak konur ve ev sahibinin sesinden geçmişte neden oldukları ölümlerden dolayı suçlu bulundukları ifade edilir. Bu olay ortamı bir anda gerer ve konuklar, kendilerine bir eşek şakası yapıldığını düşünerek ertesi gün adadan ayrılmaya karar verirler. Ama her gün yiyecek ve gerekli şeyleri getiren zodiac bot ertesi sabah gelmez. Sonraki günler de gelmeyecektir. Adada mahsur kalmışlardır. Odalarda aşağıdaki tekerleme asılıdır ve yemek masasının ortasında da on küçük Kızılderili figürü vardır. Bu figürler, her geçen gün tek tek ortadan yok olur ve bu yok oluşun başlarına gelen olaylarla ilgisi vardır ve bu figürlerin, aslında kendilerini temsil ettiğini fark ederler. Duvardaki tekerlemenin de olaylarla bağlantısı vardır. Adada esrarengiz bir şeylerin döndüğünü ve kendilerini büyük bir tehlikenin beklediğini anlamaları çok kolay olmaz. Konukların birbirlerine hiç güvenmeyişi, herkesin birbirinden kuşkulanıp, birbirini suçlamasıyla işler daha da karmaşık ve içinden çıkılmaz bir hal alır. Öyle ki, bu güvensizlik son dakikaya kadar kendini gösterecek ve bir anlamda kendilerini bekleyen sonu hazırlayacaktır. Misafir olarak geldikleri bu adada bir psikopatın kurbanı olduklarını ve birer ava dönüştüklerini anladıklarında çok geç olacaktır.
birkaç saatte okuyup bitirdiğim akıcı bir üslupla yazılmış olan kitap.
--spoiler--
ama canlar birbirimizi kandırmayalım zira katilin yargıç wargrave olduğu kabak gibi ortadaydı.
ayrıca philip lombard'ın ölümü çok oldu bittiye getirilmiş. lombard'ın wargrave tahmini doğruydu, kendisi zeki bir adamdı.
şüphenin doktor armstrong üzerine yoğunlaştırılması olayının boku çıkartılmış açıkçası. "vurmayın adam oldu, anladık katil o değil" dedirtiyor adama.
yaşlı teyze brent ile vera'nın ölümlerini kafada canlandırmak güzel bir şey. brent'in gülümsemesi, arkadan yaklaşan ayak sesleri, vera'nın hugo'ya yaklaşması falan...
--spoiler--