ilk izlendiğinde, konusu, anlatılmak istenen vs. tam olarak anlaşılmayan filmlerden birisidir kanaatimce. green street hooligans filmiyle benzer bir son taşımakla birlikte; insanı duygulandıran, izlenmesi gereken filmlerdendir. *
imdb deki sıralamasından çok daha iyilerine layık bir filmdir. gelelim diğer konuya. filmi elbette beğenenler var beğenmeyenler var, aykırı olmaya çalışanlar var prim yapmaya çalışanlar var. elbette herkes beğenecek diye bir şey yok; ama ulan yok efendim " verdiği mesaj belli değildi, mesaj falan vermiyordu..", "kaldırım sahnesini beğenen nazidir", " yarraa yiyince aklı başına geldi lanet faşist" gibi yorumda bulunanlar ya filmi televizyonda yarım yamalak izlemiş ya da sihirbazlık gösterisinde "kesin ip var amna koyim bak"* zihniyetine sahip kişilerdir.
ulan bir film sırf senin gönlün olsun diye mesaj verme kaygısıyla yapılmaz, ki bence mesaj çok açık ve nacizaneydi. kaldırım sahnesine gelince, kimse "iyi yaptı amk haktır lanet zenciye" dediği yok. filmin en can alıcı, hatırlardan çıkmayan kısmı odur. diğer bir kısım ise o tecavüz sahnesi, derek vinyard'ın gerçekle yüzleştikten sonra yaptığı tercih sonrasında gerçekleşmiştir. yani adam o yüzden o tecavüze uğradı. ama illa "yarra yiyince akıllandı" bak diyenler varsa, onlara da umumi yerlerde duş almalarını öneririm belki işe yarar.
entry'nin verdiği mesaj: iyice ekşici oldunuz aq, özünüze dönün, her siki kötülemeyin.
gecemi harcamama ve hatta belki yarın okula gidememe gibi bir sonuca neden olacak ama kesinlikle buna değen filmdir. mutlaka izlenmesi gereken mükemmel bir film.
anlatmak istediğini mükemmel bir şekilde anlatan film. bence filmin bütün konusunun oyunculuğunun yanı sıra sonununda güzel olması gerekir ki film etkileyici bir film olabilsin işte bu film onlardan bir tanesi. sonunda koltukta belli bir süre oturtan bir filmdir...
--spoiler--
filmin en can alıcı sahnesi ne tecavüz sahnesi ne de esas oğlanın zencinin çenesini kaldırımda kırdığı sahne. filmin en sonundaki esas oğlanın kardeşinin öldürüldüğü sahnedir en can alıcısı. faşizmin/milliyetçiliğin/ırkçılığın bir çocukluk hastalığı olduğundan bahseder aslında. tabi anlayana...
--spoiler--
--spoiler--
"öfke bir yüktür. hayat sürekli kızgın yaşanmayacak kadar kısadır. buna kesinlikle değmez."
--spoiler--
evet öfke çok büyük bir yüktür öyle büyük bir yüktür ki sadece sizi değil dalga dalga etrafınızdakileri de etkisi altına alır. yıkar ve parçalar.
derek'de gördüğümüz öfke aslında bir kızgınlıkla başlıyor.
etrafındaki anlayamadığı bir zamanda hayatını etkileyecek bir olay yaşıyor ve tüm düşünceleri değişiyor.
öfkesini yılların yıkamadığı bir yargı olan ırkçılığa çeviriyor.
burada derek'in kendini savunuşuna -özellikle yemek masasındaki konuşmalarına- dikkat edin, aşırı öfkesini bir yana bırakırsak hangimiz tamamen haksız diyebiliriz?
işte tam da bu noktada yani tamamen haksız olmadığı için ırkçılık hala var ve olmaya devam edecek.
filmin ırkçılığı her yönüyle elealışı, filmi başyapıt yapmaya yetiyor bence. sadece beyaz adamın öfkesini değil, kendi içindeki çatırdamaları, yanlışları da gösteriyor.
ama aynı zamanda siyah adamın da ne olduğunu, onların da içlerinde neler olduğunu vurguluyor.
ve burada anlıyoruz ki ırkçılık tek taraflı olmadığı gibi çözülmesi zor ve zaman isteyen bir problem.
filmde en çok sevdiğim şey ise hikayeyi derek'ten değil kardeşinin ağzından dinliyor olmamızdır.
bunun filme çok büyük bir artısı olduğu gibi izleyici olarak bizleri de daha fazla etkiliyor.
zira birçoğumuz danny gibi olabiliriz, hatta öyleyiz. annelerimizden babalarımızdan kendimize örnek aldığımız abilerimizden etkilenerek birşeylerin koruyucusu olup kendi hayatlarımızı hiçe sayıyoruz.
filmin finali çok etkileyiciydi gerçekten. ama ben finalden sonrasını da görmek isterdim.
bu zaman kadar yaşananlar ile finalden sonra yaşanacakların farkının ne oalcağını ya da bir farkının olup-olmayacağını bilmek isterdim. o yüzdendir ki film bana yarımmış gibi geliyor.
öte yandan bunu bir kısır döngü olarak da görebiliriz.
burada şu soruyu sormalıyız sanırım "ben derek'in yerinde olsam ne yapardım?"
filmin böyle sert, tokat etkisi yaratan, ders olarak gösterilmesi gereken bir konusu olmasına rağmen sinematografik açıdan da hiç de azımsanmayacak bir görselliğe ve altyapıya sahip.
siyah-beyaz gösterilen geçmiş sahneleri öyle yerinde bir tercih olmuş ki o sahnelerde gördüğümüz ırkçılığın aslında nasıl da aynı, renksiz ve gri olduğunu çok iyi anlatıyor bizlere.
heycanın ve adrenalinin yükseldiği noktalarda fonda çalan müzikler, ağır çekim kareler hikayenin tam onikiden vuran yerlerinde gerçekleştiğinmidir bilmem ama bana işte budur dedirtti film birçok karesinde.
derek'in öfkesini iliklerime kadar hissettim.
tabii bunda edward norton'un muhteşem oyunculuk yeteneğinin payı çok büyük. adam oynamıyor adeta yaşıyor karakterin.
velhasıl; izlemekele kalmayın aynı zamanda izlettirin de efendim.
özellikle hayatını bu alanda ikilemler yaşayanlara izlettirin.
belki birşeyleri netleştirmesine yardımcı olur... 8/10
--spoiler--
filmdeki kaldırım taşında ağız parçalama sahnesi yüzünden, amerika' da birsürü genç bu yolla öldürülmüştür film çıktıktan sonra. böyle de bir etkisi var.
--spoiler--
etkileyici bir film idi.
"we are not enemies, but friends. we must not be enemies. though passion may have strained we must not break our bonds of affection. the mystic chords of memory will swell when again touched as surely they will be by the better angels of our nature." dr. bob sweeney 'e verilmek üzere hazırlanmış ödev, bu alıntıyla bitiyor, tabi film de.
hep düşünmüşüzdür; sorunların nasıl üstesinden geleceğiz diye. özellikle çok ama çok uzun yıllara dayalı düşmanlıklar nasıl ortadan kalkar diye. "biz düşman değiliz, arkadaşız. düşman olmamalıyız." demek yeterli değil, karşılıklı adımlar atılması gerekiyor, burası böyle fakat. sorunun derinliğinde aslında başka başka sorunlar yatıyor gibi geliyor bana. sadece şiddete olan eğilimimiz veya filmin bize çok açık, böyle gözümüzün içine soka soka vermeye çalıştığı; 'öfke gereksizdir hayat sürekli kızgın yaşanmaması gerekecek kadar kısadır.' mülahazası çok trajik bir şekilde günümüz türkiye 'sine getirdi bıraktı. üzüldüm ülkemdeki benzer kamplaşmalardan ötürü, zira filmde hapishaneli bölümleri hep kendi hapishanelerimizi düşünerek izledim. maalesef maznunlara bçilen yaşam koşullarının o demir parmaklıklar arkasında çok berbat olduğunu, dünyanın her yerinden gelen donelerle de anlıyoruz, sadece bizim ülkemize özgü bir şey değil bu. fakat asıl aklımı çelen, beni vuran kader mahkumlarının, daha doğrusu derek vinyard 'ın da kabul ettiğince, seçimleri tarafından daha iyi bir yaşama kavuşmamış insanların ne kadar karşı görüşte de olsalar, aynı çatı altında cezalarını çekiyor olmalarıdır.
ilginç bir anekdotu anımsadım; pek sevmediğim oral çalışlar efendi bir gün bir şey anlatmıştı; içerde alparslan türkeş 'le anı çatı altında mahkumluğu paylaşırlarken, farklı düşüncelerin sembolleri olarak, bir gün türkeş 'in tv'de yanılmıyorsam şeker kız candy i izlediğini görmüş, bundan bir entirimde daha bahsetmiştim, arayan bulabilir, kendisine sorduğunda çizgi filmde ne bulduğunu, şöyle bir cevap almış; 'bu çizgi filmde insani çok şey var..'
gerçekten de öyledir, insani mesajlarıyla, varlığı başka varlıklarla uyumuyla değerlendiren, düşmanlıktan değil de dost olunması gerekliliğinden dem vuran bu çizgi film ne kadar naifse bu 'amerikan tarihi x' de o kadar naif aslında. zor yaşam koşulları altında, yapmak -suç işlemek- zorunda olan siyahlarla, onları ekseriyet karakteristiklerinden ötürü kimi zaman aznavurca cezalandırmak zorunda kalan illegal/faşist beyaz çeteler arasındaki baştan sona süren çekişme durumunun altında bir sorun yatıyor. isimlendirme sorunu; bu bir suç mu, yoksa öfke mi? tabi bu sorun her iki taraf için de geçerli, liberal kanadın savunmalarını salt liberallerle düşünmemek karşısına suç ile öfke arasında kalmış faşistlerin "lincoln köleliği kaldıralı uzunca zaman geçti ama onlar hala değişmediler/gelişmediler." ifadesini hem de derek 'in, annesinin yahudi erkek arkadaşını ülkeden kovar gibi, evden kovması ironikliğini göz önünde tutarak değerlendirmek lazım.
film her ne kadar hızlı bir şekilde bitirilmişse de, sonuna insanları vurucu bir ibretlik vaka koyma çabasından sorumlu bir yönetime sahipse de yine de çok samimi ve tempolu. yine filmin felsefelerine dönersem; cameron alexander düşmanlığı küçük danny 'nin kafasına aşılarken rutin bir şekilde, bir yerde şöyle bir şey söylüyor siyahi hocanın, danny 'nin hitler ödevine tepki göstermesini eleştirerek; " he's a manipulative, self-righteous uncle tom.he's making you feel guilty about writing on adolf hitler. some nigger, some spic writes about martin luther king or fucking cesar commie chavez gets a pat on the head. you can see the hypocrisy in that, can't you?" durumun vehameti net, ortada aradaki düşmanlık bitecek gibi görünmüyor, bırakın dostluğu batının martin luther king ile bile hala yüzleşemediğini görüyoruz, hele ki çetelerin artık küçük azınlık dükkanları soymayı bırakıp daha büyük işlere, eylemlere yöneldiğini düşününce. oysa ki çete reislerinin, ülkemizdeki duruma ara ara pencere açmamın bir diğer sebebi olan; alk kademedekileri kullanan fakat teoriden iyice uzaklaşmış, mal kaçakçılığı veya gençlerin sırtından kendi menfaatlerini güdüyor olmaları filmde yüzümüze öyle bir çarpıyor ki, dediğim gibi karakterleri bizden yapın sunun, pek de bir şey değişmez gibi. batıda azınlıklarla ilişkiler ve isyanlar, çarpışmalar yüzyıllardır bu boyutta. batıyla azınlıklar hususunda bir türlü uzlaşamamamızın bir sebebi de bu. defalarca söyledim, yazdım sözlükte, batıyla mythos-epos-logos bağlamında uyuşmamız mümkün değil. zira biz bu süreçlerden geçmedik, i.ö. 5. yy'a varan tragedya şiirleri yunan'da söylenirken, oynanırken bizim tiyatro geleneğimiz 2.3 yy. öteye gidebilir ancak, biz farklıyız, algı farklılığı, değerlendirme farklılığı, mental düzeyde teşbihlerimiz bile üst üste gelemiyor. biz insan hakkından bahsederken, bunun zaten bir mozaik şeklinde, bir kültürler coğrafyası anadolu'da kapıları açık yatan köylüler örneğinde olduğu gibi yaşarken, bunu ortaya koyarken -artık bu da yok olmuştur, diğer bir çok bize ait değeri yitirdiğimiz gibi- batılı salgınlarla mücadele ediyordu, beri yandan salgınlardan bunalmış halka decameron öyküleri yazılıyordu. bizim burada saray edebiyatı ile halke debiyatı çarpışırken, ferman padişahınsa dağlar dadaloğlu'nunken, orada yüzyıllar önce spartacus ayaklanması bambaşka bir toplumsal sorunla gerçekleşiyordu, bizde şeyh bedrettin 'in dinsel yorum boyutu da olan isyanı ile patrici ve plebs arasındaki mücadelelerin boyutu farklı idi. değişik zaman dilimlerinde vücuda gelen aksiyonları karşılaştırmamın sebebi, kimi kafaların bunları benzer isyanlarmış gibi tartışmaya açmalarıdır, batıyla doğunun ortak kültür mirası vardır, hatta biz o mirasın tam göbeğinde asia minor yani anadolu 'da ikamet etmekteyiz, buraya kadar hiç sorun yok hatta müthiş bir zenginlik, ama nevi şahsına münhasır karakterimize uygun olmaan batı gömleğini zorla, ite kaka, tavizlerle giymeye çalışmamız işte bu zenginliğin naturasına aykırıdır. algılama ve yorumlama farkımız yüzünden onların azınlık olarak gördüğünü biz kemikleşmiş bir parçamız olarak görüyoruz. derek 'in vücudundaki white power dövmesinin anımsattığı ırkçılığa benzer bir ırkçılık bu topraklarda barınmamıştır. ama tabi filmin de sürekli üzerinde durduğu gibi, sırf kızgın oldukları için hataya düşen nice talihsiz genç vardır. dağa çıkanı haklı göremeyeceğimiz gibi, belli aksiyonlardan,eylemlerden ötürü tüm karşı ırkı suçlayan ülküdaşlıktan bize hayır yok, danny 'nin pc başında döktüğü gözyaşına benzer gözyaşları bu topraklarda bir çok insan döktü hiç lafım yok ama algılayış ve yaşayış, tarihsel, sosyal, insan yapısı farklılıklarımız farklı çözümler üretmemize sebeptir.
düşünsenize, bizde dağa çıkan gençler, dr bob sweeney 'in şu sorusunu kendilerine sordular mı; "has anything you have done made your life better?" veya aynı soruyu, belli kızgınlıklarla, hatta çoğu zaman da canları çok yandıklarından ötürü ses çıkarılamaz onlara, belli tavırları, eylemleri tüm bir ırka yükleme cüretini göstermiş olanlar kendilerine sordular mı acaba?
öfkeyle kalktıkları cenaha, yıllar sonra dönüp baktıklarında bir şeyleri yoluna soktukları zaferini mi kutladılar yoksa, boşa geçmiş gençliklerine mi yandılar? tabi bu sorumu, bu ülke sizinle gurur duyuyor dan ötesini düşünebilenlere soruyorum, sözlük bunun cevabını verebilmek için uygun bir yer sanırım.
finali tehdit gibi olan bir film. ırkçı olmayın yoksa ağzına biber sürerim tadında adeta.
evet kötü bir şey ırkçılık filmde zaten ırkçılığın uç boyutlarındaki rezil hayatları konu alıyor. fakat yönetmen kasten mi yaptı bilmiyorum ama, ilk adımı hep ırkçılık yapılan karşı ırk atıyor. basketbol maçını kaybettikleri halde ev soymaya geliyorlar, hemde ırkçı olduğunu bildikleri bir manyağın evine. sonunda olan feci şekilde zencilere oluyor. hapse giriyor, orada ise bu baş adamın dostu bir zenci. yani kötü olur ama iyisi de olur diyor. en büyük darbeyi yine kendi gibi bir ırkçıdan, anal tecavüzle yiyor ve bu onun hayatını değiştiriyor. hapisten çıktığında ise çok sevdiği kardeşini yine bir zenci öldürüyor, davası ne olursa olsun.
ve orada yönetmen adeta bize tehditin ilk cümlelerini savuruyor; "ben ne yaptım!.." kardeşinin ölümünden suçluluk duyan bir abi. hoş, bu onun suçu, babasının suçu. fakat film vermek istediklerini fazla abartılı bir dille vermiş.
yine de bu filmi "başyapıt" olmasına engel olamamış.