allegro ma non troppo

entry3 galeri0
    1.
  1. Göz gözü görmezdi sofada. Elektrik ampulü de ne hikmetse hep bozulmus
    olurdu. Kapidaki kartviziti okuyabilmek için ya kibrit çakacaktiniz, yahut
    da kanadi ardina kadar itip içeriden gelen gün isigindan medet umacaktiniz.

    Egilip okurdunuz o zaman:

    STEPHAN ALEXANDROVITCH LINOWSKY
    Professeur Du Violon
    Istanbul - Pera

    Ve akabinde saygi ile sapkanizi cikarmak zorunda kalirdiniz.

    Ben, bu rengi atmis, kenari sinek pislikleri ile benekli kartvizitle
    sahibinin kaderi arasinda daima garip bir benzerlik bulmusumdur. Bir
    kibarlik, bir güngörmüslük akardi bu karton parcasindan. Kimbilir derdim,
    neler görmüs neler geçirmistir bu kartvizit. Hangi prenses veya kontesin
    yüregini tatli tatli çarptirmis, hangi kamelya buketine takilip hangi opera
    muganniyesinin pudra kokan masasina birakilmistir. Alt kösede Istanbul
    yazacak degil ya o vakit... Moskova yazardi ihtimal, yahut da Petersburg.

    Derakap Livreli bir usak belirir gözümüm önünde. Kartviziti gümüs bir
    tepsiye koymus parlak sütunlu avlulardan, tavani yaldizli salonlardan
    geciriyor, sezlonguna yari uzanmis 'Grande Düses'in manolya parmaklarina
    uzatiyor. Kocasi sürek avinda bulunan düsesin karta bakmasiyla yerinden
    firlamasi bir olmustur:

    Stephan, Stephan. Oh nihayet gelebildi. Derhal yukari alin, anliyor
    musunuz, derhal derhal." Sonra dame d'honneur'üne dönüp:

    "Siz çekilebilirsiniz Anny" demistir.

    Hey zavalli bahti kara kartvizit. Hiç aklina gelir miydi günün birinde
    Madam Roza'nin Tarlabasi'ndaki pansiyonuna düsecegin, küf kokulu bir
    sofanin karanliginda miskin ve mahzun pinekleyecegin?

    Ben böyle dalmis düsünürken, içerden acemi bir arsenin ürkek notlari
    arasindan Linowsky'nin sesi duyulurdu:

    "Entrez."

    Ve keman kutum elimde, notalarim kolumda usulca içeri süzülürdüm.

    Linowsky bermutat samdamli piyanosunun basina oturmustur. Ya uzun ve
    kupkuru parmaklariyle mezür vermekte, yahut da bir mumyaninki kadar sari
    yüzünü iki elinin içine almis, kizlarin kendisine o çok yakistirdiklari
    mistik pozda talebesini dinlemektedir.

    Talebe vazifesini çalip bitirince Linowsky hemen ayaga kalkar, elini reye
    pantolonunun cebine sokup bir asagi bes yukari odayi arsinlamaya baslar:

    "Non, ça ne va pas Mademoiselle Varusyan. Olmuyor. Double corde'lar iç eyi
    degil. Et vos staccatos? Oh mon Dieu, mon Dieu... Em siz çaldiniz, presto
    vivace çok yavas... Yok efendim böyle çalmak. Vivace, vous comprenez,
    Vi-Va-Ce, yaniyakim canli, daha canli, çok canli."

    Double corde, staccato, presto vivace, iste üç kelime ki sizi bir anda
    müzigin o ilahi atmosferine ativerirdi.

    Ne severdim bu müzik terimlerini. Illaki bir Allegro ma non troppo vardi,
    en çok ona bayilirdim. Bunu söylerken Italyanca konusuyormusum gibi gelirdi
    bana... Kendimi Verdilerle, Puccinilerle senli benli oluvermis sanirdim.

    Bu kelimeleri mektepte olur olmaz sarfeder ve manasini anlamayan
    arkadaslarima:

    "Elbette anlamazsiniz. Var mi size Galatasaray - Fener maçi. Hala
    biraktigim yerde otluyorsunuz." der gibilerden aciyarak bakardim.

    Evet, Linowsky'nin odasinda gerçekten bir sanat, bir medeniyet havasi
    eserdi. Piyanonun üstünde Beethoven'in somurtuk büstü, duvarda kara kalem
    bir Ispanya peyzaji. Keza yine ayni duvarda, sivasi dökülmüs bagdadilerin
    ayibini örtsün diye, bilmecburiye yanyana asilmis ve bundan ötürü insana
    kari koca imisler hissini veren Frederic Chopin'le dansöz Anna Pawlowa.
    Sonra notalar notalar. Piyanonun üstünde, etajerin üstünde, masanin,
    kanapenin hatta iskemlelerin üstünde notalar. Ve nihayet o mahut Kolumbiya
    marka gramafon...

    Bu gramafonda, haftada bir, izahli müzik dinliyorduk. Zira üstadin kanaati
    su ki: Ressam için müze görmek ne ise müzisyen için de virtüozlarin
    plaklarini dinlemek o imis... Neme lazim, güzel de anlatir. Senfoni
    pastorali onun izahlarindan sonra bir dinleyin, firtinanin yaklasmasi,
    simseklerin saklamasi, dereboyunda çamasir yikayan kadinlarin bagrisarak
    kaçmasi, sinema gibi gözünüzde canlanir bir bir... Senfoni pastoral yine
    plaklarin en hallicesi idi. Öbürkülerin çogu çalina çalina asinmis, güneste
    durmaktan yamru yumru olmus seylerdi. Hele Beethoven'in bes numarali bir
    piyano konçertosu vardi. Ille bir yerine gelip takilir, ordan öteye geçmek
    bilmezdi. Ya Caligursi'nin Manon aryasi... Onu gramafona koymaz mi diyafram
    lodosa tutulmus gibi inip çikmaga, o caanim, o güzelim, o esi bir daha
    dünyaya gelmeyecek harika ses, dalga dalga titremege baslar size. Sanki
    biri arkasina geçmis kadinin, sesi öyle titresin diye omuzlarindan zangir
    zangir sarsiyor. Gülmek gelirdi içimden, fakat bakislarim
    Mathilda'ninkilerle çatisinca, ister istemez ciddilesiveririm yine. Zira

    bilirim ki onun bu mevzularda hiç sakasi yoktur. Bizim gibi on besinde
    degil, tam yedisinde baslamis kemana, boru mu bu? Linowsky'nin en istidatli
    talebesi Mathilda idi zaten. Gerisi hep cavalacoz. Bencileyin, benden
    beter... Talebelerin ekseriyetini de ne hikmetse, hep kizlar teskil ederdi.
    Ne kizlar vardi yarabbim, ne kizlar. Kimi Osmanbey'den gelir, kimi
    Etyemez'den. Aksi gibi çogu da üst dudagi tüylü soyundan. Dame de Sion'dan
    bir Siranus vardi. Kalçalari asagidan asagidan... Aneidle, Adelaid vardi.
    Kuyumcunun kizlari... Ilhami, Sainth Joseph'e giden. Ne alik oglandi: Hiç
    kizlara bakmaz, dersini çalar giderdi. Bir o, bir ben zaten, topu topu
    ikimizdik erkek olarak. Kizlarin keman çalmasi benim o zamanlar bir tersime
    giderdi. Yine de öyle ya. Kiz dedigin ille piyano çalmalidir derdim. Fakat
    Mathilda'nin keman çalmasina hiç kimsenin itirazi olamazdi. O keman degil
    ya, davul çalsa, zurna çalsa yine kendine yarastirirdi. Yün buluzunu asagi
    dogru çekip, turunç memelerini büsbütün ortaya çikararak piyanonun yanina
    öyle bir yaklasmasi vardi, ders almak bir yana, sade bunu görmek için
    saatina dört kagidi seve seve verirdiniz. Hele yaz aksamlari çorapsiz ve
    kisa kollu geldigi günler... O günler esikte söyle bir belirmez mi, odanin
    her zamanki, parke cilasi, kahve telvesi, bastirilmiz izmarit kokan havasi
    ossaat itirli bir bahar rüzgari ile dalgalaniverirdi.

    Mathilda'nin babasi Italyan, anasi galiba Rumdu. Öbür safkan tatlisu
    matmazellere üstünlügü de herhalde buradan geliyordu. Bana karsi, ayni
    hocaya devam etmenin verdigi o sathi yakinliktan fazla bir alaka duydugunu
    pek zannetmiyorum. Halbuki ben, zavalli ben... Rüyalarimdan çikmazdi
    gavurun kizi.

    Ara sira yolda rastlasirdik... Daha dogrusu onun ders saatini beller,
    tesadüfenmis gibi o saatte karsisina çikardim. O zaman Tokatliyan'in
    yanindaki sokaktan yanyana inmemize itiraz etmezdi. Kalbim güm güm boynumda
    atarak, bildigim üc bes kelime Fransizcayi bir araya getirmeye çalisarak,
    beceremeyince Türkçeye basvurarak:

    "Matmazel Mathilda, derdim, bu hafta Melek'teki filmi gördünüz mü?"

    "Non" derdi Matmazel Mathilda, dudaklarini islik çalacakmis yahut sicak
    çorbayi üfleyecekmis gibi ileri uzatarak "non" derdi.

    "Non'u yesinler senin" derdim içimden.

    "Pourquoi?"

    "Parce que je n'ai pas u le temps."

    "Sizin hiç vaktiniz olmaz mi?"

    Koyu bal rengi gözlerini uzaklara daldirip yari dalgin yari alayci:

    "Je ne sais pas." derdi.

    "Siz ne kadar esrarli bir kizsiniz matmazel Mathilda."

    "Vous trouvez?"

    "Si, si öyle."

    Konusma tam kivamina geldigi sirada bir de bakardim ki madam Roza'nin soluk
    boyali evinin kapisina gelivermisiz. Los merdivenlerden çikarken bir sey
    yapamazdim. Bazan mahsustan biraz geri kalip gözlerimi etekliginin
    yirtmacina dogru kaldiracak olsam huylaniverirdi. Kirpiklerini kirpistira
    kirpistira söyle bir bakar yüzüme: Öyle bir bakis ki sanki "anladim
    aklindan geçeni" demektedir. "Ayip ayip, yakistiramiyorum sana."
    demektedir.

    Bir mahçup olurdum o zaman, bir mahçup olurdum. Sonra da kendi kendime
    kizardim. Ne olmus yani? Ben erkek degil miyim. Gelecek sefer inadina,
    yüzsüzlügü ele alacagim. Yavasça söyle koluna dogru...

    Aksi gibi, gelecek sefer talebe matinesinde bir de film görmüsümdür. Benim
    gibi pisirik bir genç olan cön prömiye, filmin sonuna dogru bütün
    cesaretini toplamis, ya herrü ya merrü deyip sevgilisini agzindan
    öpüvermistir. Isin tuhafi gafil avlanan kiz, buna kizacak yerde gülümsemis:

    "Okey Harry" demistir, "ben de senden bunu bekliyordum, zaten... Eger beni
    bu gün de öpmeseydin senin korkak bir adam olduguna hükmedecek ve Jacky ile
    evlenecektim."
    *
    0 ...
  2. 2.
  3. Genç kiz psikolojisinin o zamana kadar bilmedigim bu yeni tezahürünü de
    ögrendim ya, bunu sevgilimde denemek arzusuyle içim simdi büsbütün vik vik
    eder. Ikinci kati üçüncü kata baglayan merdivenin o tünel gibi karanlik
    yerine gelince, belinden söyle bir kavrasam derim, kavrasam ve ahu dudu
    gibi bugulu dudaklarini, hayir hayir dudaklarini geçtik, yanagini, evet
    sadece yanagini yahut mis gibi sampuan kokan saclarinin bitip de trasli
    ensesinin basladigi o nispeten mahzursun mahalli, söyle bir kerecik olsun
    öpebilsem. Filimdeki kiz gibi hoslanir mi dersin. Yoksa silkinip tokadi
    çarpar mi yüzüme... Bir an körpe teninin tuzunu dudagimda, bes parmaginin
    izini yanagimda duyar gibi olurum. Kizinca kimbilir daha da güzellesir
    kafir... Topugunu hiddetle yere vuracak, burun kanatlari titreyerek:

    "Siz beni ne sandiniz?" diye haykiracaktir. "Ben kendimi bugüne kadar
    kimseye öptümemisimdir. Vous comprenez?" "Oui matmazel je comprend,
    Excusez-moi. Iradem elimden gitmistir. Bir miknatisla çekilmis gibi...
    Kuvvetli bir firtinanin sürükledigi aciz ve iradesiz bir yaprak gibi... "

    Ve ben böyle, hayali suçuma romanlardan ezberlenmis özür cümleleri
    hazirlayincaya kadar merdivenleri çikmis, sofayi geçmis, çoktan odaya
    girmis olurduk.

    Günlerden persembe ise eger, öbür çocuklarin hepsi de izahli müzik seansini
    dinlemek için içerde beklesmektedirler. Linowsky henüz mutfakta
    bulasiklarini yikadigindan, biz kendi aramizda sohbete dalariz.

    Bu sohbetlerin bas hatibi de Siranus'tur. Bir de lafebesi mübarek, kimseye
    agiz açtirmaz. Yok Abdülhak Hamit, Esber'i bir Ermeni sairinden almismis.
    Yok William Saroyan'in üstüne muharrir, Rupen Mamulyan'in üstüne de rejisör
    çikmazmis. Ya Alexandre Dumas'in üç silahsörlerindeki meshur Dartanyan'i
    Ermeni yapisina ne buyurulur.

    Mathildacik bu saçmalara gülümser, agzini hafif çarpitan ve kendine çok
    yakisan o kraliçe tebesümü ile gülümser, sonra sert bir bas hareketiyle
    saçlarini geri atip, Conferancia'larin durdugu etajere dogru segirtir.

    Kizlar ordan burdan bir miktar çan çan ederler. Derken laf döner dolasir bu
    sefer de Linowsky'de karar kilar. Niçin daima böyle nesesizmis? Neden yüzü
    hiç gülmüyormus?

    Babasi doktor olan Atifet:
    "Sakin verem olmasin." diye endise eder. "Baksaniza günden günde
    sarariyor."

    Yeni ögrendigi bir tangoyu piyanoda tek parmakla çikarmaga çalisan Ilhami:

    "Turp gibi herif." diye teshis kor. "Bir seycigi bile yok."

    Siranus da ayni fikirdedir; "l" leri bermutat kalin telaffuz ederek:

    "Nostalgie" der. "Baska hiç bir sey degil, malümunuz bu müzisyenler fazla
    sentimental olurlar."

    Mathilda simdi mecmualari birakip tekrar munakasaya karismistir. Bir gün
    dahi boynundan eksik etmedigi ve içinde sevgili mamaciginin resmi bulunan
    yürek seklindeki madalyonuyle oynayarak:

    "Hayir, hayir" der. "Il est un petit genie meconnu. O küçük çapta bir
    dahidir. Anlasilamamaktan müteessir."

    Ve küçük çapta dahi o sirada ellerini kurulayarak bitisikteki mutfaktan
    gelirdi. Sirtinda koyu siyah ceket, bacaginda yine dizleri çikmis o zibidi
    pantolon ve ayaginda beyaz getrler, ille de ille o getrler.

    Surat bermutat asik, kaslar çatik. Ama hava güzelmis, bahar geliyormus,
    bunu kanlarinda sezen kizlar odada itis kakis, fingirdesiyormus. Herifin
    umuru degil. Gül bre Allahin kulu bir kerecik olsun gülümse söyle. A-ah,
    istese de beceremeyecek. Yüz hatlari ihtimal ki gülme nedir unutmus. Hele
    gözler, o üzgün bakisli gök mavisi gözler... Bu gözler sanki:

    "Çalis, didin, ugras! Sanatin evci balasina ulas. Peki sonra? Netice?" diye
    sormaktadirlar. "Bütün bunlar ergenlikli orta mektep talebelerine saati
    dört liradan iskala yaptirmak için mi idi?"

    Bezgin bir ifade ile üst üste kapanan mor dudaklarsa:

    "Ne yaparsin kardesim." der gibidirler. "Kaderimizi yasayacagiz. Dünya
    budur iste. Insanlar nankör... "

    Odur, budur sudur ya... Üstat yine de kizlarin hatirini kiramaz. Mükerrer
    israrlardan sonra plak yerine o gün bizzat bir solo geçmeye güç hal ile
    razi olur. Bizim gibi hop diye çalacak degil ya, bunun da tetümmati var.
    Evvela yün bezlere sarili kemani, Petersburg'taki Ispanyol elçisinin
    kendisine hediye ettigi o kiymetli kemani, agir agir kutusundan çikaracak,
    kuru çenesini iki gerdanli gösteren bir dayayisla yerine oturtacak, sonra
    serçe parmagi havada kalmak sartiyle yayi söyle bir eline alip bilegini
    yukari asagi havada bir alistiracak ve nihayet gözünü sureta odanin bir
    kösesine fakat aslinda kimbilir hangi hatiranin enginlerine daldirip
    konserine baslayacak... Hani çaldi mi da içli çalar dogrusu. Hele
    glissandolarda sol kasini bir kaldirisi vardir. Hep iç geçirirler kizlar.
    Bu anlarda beyaz yakali mektep önlüklerinin veya ter kokusu sinmis yün
    buluzlerin üstüne sipir sipir yas damladigina az mi sahit olmusumdur...
    Üstat artik gitgide cosmaktadir. Chopin'in resmi simdi adeta gülümsüyor,
    Pawlowa yerinde duramaz olmus, handiyse çerçevesinden firlayip piyanonun
    üstünde saheser balelerinden birine basliyacak. Su orta yerdeki sihirbaz
    sanki her yay çekisi ile bizi biraz daha dünyadan koparip bulutlara,
    semalara yaklastiriyor. Yükselmisiz, yükselmisiz, yükselmis... Artik üç kat
    asagimizdaki sokaktan çöp arabalari, çorabi düsük kadinlarm esegini dürten
    enginarcilar gecmiyor. Her kapisindan çiplak bir baldir uzanan maruf
    mahalle burnumuzun dibinde degil. Yosunlu damlari görünen su meymenetsiz
    evler, iplerinde uzun konçlu donlar asili su pespaye balkonlar, çok uzakta,
    bambaska bir diyarda.

    Sanatin sihirli bir kuvvet, hazretin kendi tabiri ile bir "Magie" olduguna
    bundan ala misal mi istersiniz?

    Linowsky, ayda yilda teberrüken verdigi bu konserlerde ihtimal ki pedagojik
    bir gaye de güderdi. Nitekim hepimizde yeniden alevlenen bir heves. Biz de
    günün birinde böyle çalabilecek miyiz? Ah bir çalsam, bir çalsam. Ben de
    dinleyenleri söyle bir aglatabilsem. Aglatmayi geçtik, hiç degilse, kendime
    güldürmeden çalabilsem.

    O gün de geldiydi nihayet... Konser olup da öyle esasli bir sey degil
    tabii. Bütün müzik hocalarinin reklam olsun diye talebelerine yaptiklari
    konser müsveddesi bir tören. Programda ilk olarak Mozart'in bir quatuoru
    vardi. Bunu müteakip konserin tatlisu rengine bir parça çesni katsin diye
    araya sikistirilan Atifet'le Ilhami'nin birer solusu. Onlardan sonra sira
    Mathildamiza geliyordu, konserin bütün yükünü nahif omuzlarina yüklenen ve
    bundan ötürü de bir defaya mahsus olmak üzere hocanin kiymetli kemanini
    çalmak mazhariyetine erisen Mathildamiza... En sonra ise konseri kapamak
    için muhtesem bir finale; bir finale molstuoso. Bizim teskil ettigimiz on
    bes kemanlik sözümona orkestradan Arlesienne suit'i. Idare eden: bizzat
    Stephan Alexendrovitsch Linowsky.

    Artik bizde bir faaliyet bir kiyamet. Haftada üç gün umumi provalar mi
    yapilmiyor, Majik sinemasinin uydurma sahnesi için sairane dekorlar mi
    hazirlanmiyor. Mevsim bahara rastladigindan olacak, hoca da bir canlandi,
    sade provalarla degil mizansenle dekorlarla akla gelen ve gelmeyen bütün
    teferruatla hep kendi ugrasiyor. Hatta afis tekniginin bunca yillik
    terakkiyatina ragmen hala 1914 seneleri civarinda kalmis resim gustosuyle
    davetiye basliklarini bile bizzat kendisi çizmisti.

    Adam kitliginda baski isini bana verdiklerinden artik her gün Ankara
    caddesini boyluyordum. Matbaacilarin biri tuvale karton bulamaz. Bir
    baskasi yaldiz icin anasinin nikahini istermege kalkar. Davetiyelerin günü
    gününe yetisememesi ihtimali belirince, bir aksam sellemehüsselam solugu
    hocanin evinde almistim.
    *
    0 ...
  4. 3.
  5. Içerde gramafon çaldigindan kapiyi vurdugumu duymadi. Bir daha vurdum ve
    cevap alamayinca her zaman yaptigim gibi kapiyi usulca açip içeri süzüldüm.
    Aksamin alaca karanliginda gözüme ilk çarpan Linowsky'nin seyrek saçli
    kafasi oldu. Hiç unutmam, pencerenin önündeki maroken koltuga oturmus,
    kucagina da... Mathilda'yi oturtmustu. Sag eli kizin gerdaninda, sol kolu
    bir kobra yilani gibi simsiki kalcasinda... Ve sari saçlari selale gibi
    koltugu dökülen Mathilda gözlerini kapamis, dudaklarini, daha henüz kimseye
    vermedigini sandigim o körpe dudaklarini, bu çipil Rus'un çürük dis kokan
    nefesine terkedivermis...

    Basim dönüyordu. Dal gibi sallaniyordum. Gramafon, Beethoven'in mi bemol
    majör konçertosunu çaliyordu. Ve ötede biri genç, öbürü kart iki insan
    birbirlerine yapismis, köpekler gibi soluyorlardi.

    Gitmege davrandim, fakat ayagim bir nota sehpasina takildi... Iste
    sevdalilari tatli uykularindan uyandiran da galiba bu oldu. Linowsky bir
    anda kizi kucagindan atip ayaga firladi. Sonra sanki kaldigi yerden dersine
    devam ediyormus gibi:

    "Eh bien qui, ne diyordum." diye kekeledi... Ve birden gramafonu
    hatirlayarak:

    "C'est ça... Söyleyin bakalim Matmazel, dedi, bu son çaldigim mouvement
    nedir?"

    Düstügü yerden dogrulmaya çalisan Mathilda bir solukta:

    "Allegro ma non troppo." diye cevap verdi.

    Halbuki çalinan kisim Adagio idi. Sonra da igne bir müddeten beri plagin
    bozuk yerine takilmis, ha babam ha, üç notluk bir melodiyi tekrar edip
    duruyordu. Gülmek istedim o an... Gülebilseydim ah, keske gülebilseydim. Al
    al olmus yüzünü göstermemek için notalari tetkik eder görünen Mathilda'ya
    ve hala masum rolü oynamaya çalisan su rengi atmis geçkin zamparaya
    kahkahalarla gülebilseydim. Istedim ama beceremedim. Gözümden ilik ilik
    yaslar iniyordu. Ne yapmak lazim geldigini kestiremiyordum. Birden gözüm
    kemana ilisti. Piyanonun üstüne birakilan Linowsky'nin kemani açik
    kutusunun içinden aptal aptal etrafa bakiniyordu. Elimdeki davetiye
    müsveddesini oraya, kutunun içine birakip, yangindan kaçar gibi disari
    firladim. Ben karanlik merdivenlere dogru yürürken bozuk plak içerde hala o
    üç notluk melodiyi tekrar edip duruyordu.

    Hemen o gece kemana tövbe ettim.

    Allegro ma non troppo'nun da, presto vivace'nin de geçmisine okuyordum.

    Dedim ya, çocuktum, cahildim. Hanyayi Konyayi bilmiyordum. Daha hiç bir sey
    bilmiyordum.

    Kadin denilen mahlukun keman gibi, hatta ondan da kaprisli bir enstruman
    oldugunu, onun da olanca hüner ve güzelligini ancak ve ancak virtüoz
    ellerin emrine verdigini ögrenisim çok sonralara, saçlarimin iyice
    dökülmeye basladigi devirlere rastliyor.

    Zaten dar omuzlari, genis kalcalari ile kadin, seklen dahi az buçuk kemani,
    daha dogrusu violonseli hatirlatmaz mi?

    haldun taner
    0 ...
© 2025 uludağ sözlük