"insan ara vermeden en fazla yirmi saniye gülebilen ve yine ara vermeden saatlerce ağlayabilen bir hayvandır. doğduğumuzda ilk yaptığımız işin ağlamak olmasının bir anlamı olmalı. 'oku' diye başlar kuran ve 'önce kelime vardı' diye başlar yuhanna'ya göre incil. eğer bir ahir zaman peygamberi olsaydım ve yeni bir din yaymak için kullansaydım sözükleri 'ağla' diye başlardım. ağla.. ağla çünkü ağlamadan anlayamazsın."
--spoiler--
Soru : Katıldığınız ya da destek olduğunuz bir sosyal sorumluluk projesi var mı?
Cevap : Valla ben sosyal sorumluluk gereği mecbur kalmadıkça evden dışarı çıkmamaya çalışıyorum. insanlara da aynısını tavsiye ediyorum. Bence bütün sosyal problemler gereğinden fazla dışarda kalmaktan kaynaklanıyor. iş dışında herkes evinde otursa mis gibi olur ülke..
--spoiler--
--spoiler--
"Türk kadınlarıyla yeteri kadar ilgilenmiyorsunuz beyler. Yoksa bir insan durduk yere patlıcandan reçel, kabaktan tatlı yapmaz."
--spoiler--
--spoiler--
Yirmi yıl önce, dünyayı değiştirebileceğimi zannederdim. On yıl önce dünyanın buna değmeyeceğine, çevremi ve kendimi değiştirmemin yeterli olacağına inandım. Bir kaç yıl önce de iyice hedef küçültüp, sadece kendimi değiştirebilmek için harcamaya başladım bütün enerjimi.. Şimdi ise çoraplarımı değiştirmeye bile üşeniyorum.
--spoiler--
sırtını son kez gördüğümden beri
yüzümde, gidiş yönünde tekerlek izleri.
mor gabriel, neve-şalom, sultanahmet.
hepsinin fotoğrafı önünde tek tek allaha yalvardım
dinle diye beni.
şaşırma, ne de olsa hepsi
aynı allahın evi..
çok hakkın var üstümde helal etmezsen
kul hakkı bu, şaka değil eğer helal etmezsen
dua etmeyi bir yana bırak
camiye gidip allahın halısına bile basamam utancımdan..
ailesince dışlanmış cüzzamlı bir kurbağayım.
kendime bile fazlayım bu ayıp bana yeter
büyüklük sende kalsın, beni affet,
hem sen affedersen, belki allah da affeder..
Sen Aralığa duyarlısın kış dendi mi üşürsün
Ben panik yaparım hemen dünyayı yakmaya kalkarım
Bahar gelir sonra gidersin unutulur bütün girişimlerim
Sevgilim aslında iç çekmelerimiz bile yalan
Bir yalanın üstüne yatarken göz göre göre
Yalansız bir öpüşmeden daha soylu ne olabilir?
Görmezden gelirim dert değil daha epey var bahara
Tek sen üşüme sevgilim bütün karlar bana yağsın
Arka cebimde kanyak var iç bir yudum ısınırsın..
Ali Lidar
--spoiler--
kırıklığa yazgılıysa da tüm çocukluk hayalleri
annemin terliğine ve yer yataklarına rağmen
tasolarım vardı benim bir de hayal kırıklıklarım
bıçkındım, çocuk irilerinden topumu koruyacak kadar
ve babamın aldığı kolu bozuk atariye
özürünü hissettirmeyecek kadar da delikanlıydım
soruyorum bazen noldu lan, ne ara bu kadar büyüdüm
sanki ben büyümemişim de dünya küçülmüş gibi
kendimden başka herkese tahammül ediyorum bazen
kendimle beraber herkesten nefret etmeme rağmen
--spoiler--
BAĞIRMAYIN LAN BANA!
Herkesin birbirine bağırdığı bir evde büyüdüm ben. Tabi kavgadan dövüşten dolayı bağırılmıyordu her zaman. (Sıkça kavga oluyordu gerçi, ama o ayrı.) Hayli kalabalık olduğumuz için derdimizi anlatabilmek, sesimizin ne kadar yüksek çıktığına bağlı olurdu genelde. Her türden sesin yükseğine duyduğum nefret ta o zamanlar başladı anlayacağınız. O günlerde en büyük hayalim, tıpkı Wirginia Wolff gibi "Kendime Ait Bir Oda" idi. Ama maalesef evde yedi kişiydik ve toplam iki odamız vardı...
Öğrenciliğimin üçüncü senesi pavyonda çalışmaya başladım. Yaşım onsekizin altındaydı üstelik. Çamlık Gazinosunun (civarında tek bir ağaç bile olmayan mekana çamlık adını vermek hangi manyağın fantazisiydi acaba?) vestiyerinde müşterilerin kabanlarını alıp, duvardaki numaralı askılara asıp, ellerine plastik numaralar veriyordum. Onlar da keyifleri yerindeyse bana bahşiş veriyorlardı. Fena da kazanmıyordum düşününce. Şimdiki maaşıma yakın bir para geçiyordu elime neredeyse. Neyse... Konu o değil. Konu şu. Amına koduğumun pavyonununun her santimetrekaresi korkunç gürültülüydü. Herkes herkesle bağırarak konuşuyordu. Yaşım hayli küçük olduğu için oradaki ablaların hemen hepsi çocuğu yerine koyar öyle severdi beni. Sosyoloji okuduğum için de lakap takmışlardı bir de. Sosyolog... işlerin çok yoğun olmadığı zamanlar içerde bunalan bazı ablalar yanıma gelir, benimle konuşurlardı. Tabi bağırarak. Ben o pavyonda, adını hatırlayamadığım bir ablanın kulağıma bağıra bağıra; yedi yaşından onbeş yaşına kadar babasının ve iki abisinin her gece kendisine tecavüz ettiğini, kimselere bu durumu anlatamadığını, üstelik annesinin de bu durumu bildiğini ama korkusundan hiç sesini çıkaramadığını, Onbeş yaşında nüfus kağıdı ve tek bilet parasıyla evden kaçtığını, otogarda tanıştığı bir herifle Adana'ya gittiğini, ilk bir kaç ay çok iyi davranan ve nikah sözü veren adamın üçüncü aydan itibaren kendisini her gece babası yaşında adamlara sattığını, sonra da sıkılıp tapusuyla beraber pavyona şutladığını, Otuz yıldır her gece kendini öldürmeyi düşündüğünü ama Allah'a inandığı ve ondan çok korktuğu için bunu yapamadığını dinledim. Başka bir akşam Selen abla memesini gösterdi bana o siktiğimin pavyonunda. Ucunun mor kısmının tamamını eski kocasının kestiğini anlattı bana. Bağıra bağıra... Öyle şeyler duydum ki ben o pavyonda, hani benim pek normal olmadığımı söylüyorsunuz ya bazen, o yolunu siktiğimin pavyonunda bir ay çalışsaydınız da görseydiniz ebenizin damını demek istiyorum size... Neyse... Yağlı bir müşterinin kabanının cebini karıştırdığım bahanesiyle kovdu beni patron olacak pezevenk de, aklımın bir kısmını olsun korumayı başarabildim...
Öğretmenliğimin ikinci senesi kendi öğretmenlerini askere gönderen bir okulun felsefe derslerine girdim geçici görevlendirmeyle. Sıradan bir kenar mahalle lisesiydi. Bir çocuk dikkatimi çekti daha ikinci derste. Arkadaşlarıyla da benimle de sürekli bağırarak konuşuyordu. Hayır temiz yüzlü de bir çocuk. Herhangi bir saygısızlığı falan da yok. Bağırarak konuşuyor sadece. Dayanamadım dersin sonunda, bahçeye çağırdım. Dedim "abicim senin derdin ne? Ne diye bağırıp duruyorsun sürekli?" Kem küm etti başta.Ben ısrar edince de anlatmaya başladı. Sol kulağı hiç duymuyormuş. Sağda da yüzde elli işitme kaybı varmış. Bu daha bebekken, bir gece eve sarhoş gelen babası ağlamasından rahatsız olup, beşikten kaptığı gibi önce tokatlamış, peşinden de duvara fırlatmış. Bir taraftan da bağırıyormuş, "bağırma amına koduğumun çocuğu" diye. (Bu kısımları daha sonra annesi anlatmış.) Susturdum çocuğu. Biraz daha anlatsa okul bahçesinin göbeğinde salya sümük ağlayacaktım... "Amına koyim öyle babanın!" dedim, "Ben de hocam" dedi, biraz mahçup. Sonra gülümsemeye çalışarak binaya girdim...
Velhasıl, laf çok, zaman dar. Bağırmayın abi bana! Kimse bana bağırmasın. Sövecekseniz de, kızacaksanız da, nefret ediyorsanız da, her ne boksa işte, her ne söyleyecekseniz sesinizi yükseltmeden söyleyin. Anlarım ben merak etmeyin. Ha ben arada bağırıyor gibi olabilirim, merak etmeyin ve idare edin n'olur, çok uzun sürmez. Bu kepçe kulaklarım bağıran ağızlardan öyle bokluklar iletti ki beynime, hala bütün uykularım bölük börçüktür benim. Hala biraz fazla güldüğümde berbat bir vicdan azabı gelip çöker göğsüme. Yarım aklımı iyice başımdan almayın benim. Bağırmayın lan bana! Her ne söyleyecekseniz ağır ağır söyleyin, usul usul. Hem dinlerim sizi, hem duyarım, hem de anlarım. Yeter ki bağırmayın. Bağırmayın...
Gidelim buradan... Göğsünü sıkan, içini daraltan o laneti geride bırakıp gidelim. Burada yağmur bile güzel yağmıyor artık. Yağmuru güzel yağan bir yerlere gidelim.
Gidelim buradan... Burası bizim değil. Nasıl başederiz bu kadar saçmalıkla? Her şeye sıfırdan başlanabilecek bir yerlere gidelim.
Gidelim buradan... ilaçlarını yanına alma. Kitaplarımı almayayım ben de. Biraz da onlar çıldırtmıyor mu bizi? Havası ilaç, denizi kitap bir yerlere gidelim.
Gidelim buradan... Bıktım tepemizde sallanan manasız sorulardan. Soru sorma artık bana. Soru sormayayım sana. Her türlü sorunun tedavülden kalktığı bir yerlere gidelim.
Gidelim buradan. Burada insanlar kötü. Hep bir şeyler anlatmamızı bekliyorlar, hep bir şeyler anlatmamızı isteyecekler, bitmeyecek bu hiç bitmeyecek. Kimseye bir şey anlatmak zorunda kalmayacağımız bir yerlere gidelim.
Gidelim buradan... Bak uyuyamıyorum yine. Senin de uykuların defolu, bölük pörçük. Huzur içinde uyuyabileceğimiz bir yerlere gidelim.
Gidelim buradan. Ya sen bana gel ya da ben geleyim sana. Sonra gidelim. Hadi...
"öfkeliyim gölge. biraz daha somut bir şey olsan seni bile çiğneyip geçecek kadar öfkeliyim. keyfin yerinde tabi, senin bir bedenin yok. bense hem gövdemle hem de seninle uğraşmak durumundayım. ve onlarla.. onlar; birbirleriyle oyuncak gibi oynayıp sıkılınca bir kenara fırlatanlar, gecekondularından en afili kıyafetleriyle fırlayıp iliştikleri bar taburesinde kızların memelerine bakıp birayla birlikte ağızlarının sularını içenler ve memelerini her türlü bakılmama ihtimalini dışarıda bırakacak kadar arsızca sokağa salanlar, kapı önü değnekçileri, çiçek satan şoparlar, bir bok satmayıp para dilenen çocuklar, sevdiklerine açılamayanlar, masaya kapaklanıp hıçkıra hıçkıra ağlayanlar, tepeden tırnağa tere bulanmışken etrafa sahte gülücükler fırlatan garson kızlar, kafaları güzelleştikçe vahşi batının hızlı kovboyları edasıyla cep telefonlarına saldırıp zavallı mesajlar yazan egosu çürümüş mahluklar, ucuz hayaller, iğrenç pazarlıklar ve kalabalık ve gürültü ve duman ve et ve ter ve korku.. korkuyorlar aslında gölge, hepsi birer korkak. yalnızlıktan korkuyorlar, unutulmaktan
fark edilememek korkusu ödlerini koparıyor. en aşağılık ilgi bile yok sayılmaktan daha iyi geliyor onlara. çünkü biliyorlar ki gerçekten yalnız kaldıklarında kendileriyle hesaplaşmaya başlayacaklar ve hiçbiri bunun üstesinden gelebilecek kadar güçlü değil. ve ben gölge bunları gördükçe deliye dönüyorum. avaz avaz bağırmak istiyorum, siktirin gidin bir ağaç kovuğu bulun kendinize bir mağara bir oda bir her neyse işte gidin kapatın kendinizi.. ama yapamıyorum. kimselere bir şey söyleyemiyorum. sonra da işte böyle kendime sarıyorum. elimden hiçbir şey gelmiyor gölge. kalabalıkların arasında sabun köpüğü gibi dağılıp bu saçma sapan kompozisyonun bir parçası oluverecekmişim gibi geliyor, korkuyorum. dağılıyorum aslında gölge, kendi kendime, yavaş yavaş, öfke içinde küçülüp dağılıyorum."
Tesirsiz parçalar 136.
Ferdi tayfur'u ve küçük prens'i çok sever kendileri.
adın üç kere geçti saçma sapan bir filmde.
yalnız olsam çok ağlardım ama annem bakıyordu.
otoban dolusu gürültüyü sıkıştırıp beynime;
anne dedim, hadi çay koy da içelim.
ot dergisi nisan ayı sayısında şu yazıyı yazmış olan kişi. (hayal kırıklığı koleksiyoncusu)
'yirmi yıl önce dünyayı değiştirebileceğimi zannederdim. on yıl önce dünyanın buna değmeyeceğine, çevremi ve kendimi değiştirmenin yeterli olacağına inandım. bir kaç yıl önce de iyice hedef küçültüp, sadece kendimi değiştirebilmek için harcamaya başladım bütün enerjimi...
şimdi ise çoraplarımı değiştirmeye bile üşeniyorum. bok yesin "her şey değişir" diyen filozof. ne dünya, ne insanlar, ne çekilen acılar değişiyor. sadece rüya görüyor ve umutsuzca uyanacağımız anı bekliyoruz. bir meyhane sandalyesi ya da onkoloji kliniği ya da rahat ev yatağı, ne fark eder? o kadar uzak ki aslında herkes herkese, yan yana olsak bile dokunamıyoruz birbirimize...'
Ay'ın bir sikime benzemediği bir geceydi. Yıldızlar da görünmüyordu ortalıkta, onları saklayan bulutlar da. Yarısını tek seferde içtiğim ucuz şarap patlıcan şerbetine, suratım muşmula hoşafına, kalbim otoyol geçeceği için istimlak edilmiş pancar tarlasına benziyordu..
'Hiç mi özlemiyorsun beni?' dedim.
'Korkuyorum' dedi. 'Sen beni o kadar çok sevdin ki, o yüzden korkuyorum'
Onu kafamda çok yüceltip büyüttüğümü, bunun sonucunda muhtemel bir hayal kırıklığı yaşayacağını, bu hayal kırıklığıyla baş edecek gücü olmadığı için de ne yapacağını bilemediğini söyledi. Ya da işte buna benzer şeyler..
Allah'ım, nasıl da yanılıyordu. Ama ne yapabilirdim ki, inançlı bir yanılgı karşıdakinin felaketi bile olsa kolay kolay ortadan kalkmıyor ne yazık ki..
Lafı değiştirmek istedim. Ay'dan ya da yıldızlardan söz etmeye çalıştım. Ama aksi gibi Ay bir boka benzemiyordu o gece ve lanet olası yıldızların hiçbiri ortalarda yoktu. Bir süre sustum çaresiz..
'Ben seni çok seviyorum' dedim sonra. Bir tek bunu söyleyebildim. Canım bir tek bunu söylemek istiyordu. Biraz daha susup devam ettim.
'Olsun' dedim, 'eğer varsa kırılacak bir hayal, onu tamir edecek kadar çok seviyorum ben seni.
O sustu bu kez. Benden daha uzun sustu, içim acıdı bir an. Sanki benden daha çaresiz gibiydi..
'Uyuyalım mı?' dedi bir süre sonra. Her ne durumda olursam olayım, her duyduğumda gülümseyerek itaat ettiğim tatlı bir buyruk gibiydi bu laf. Yanımda olsa, sıkıca sarılırdım. Değildi..
Olur uyuyalım demedim ilk kez. 'Yatalım hadi' dedim. Zor uyunacak bir geceydi ve ben ona yalan söyleyemezdim.
Başka bir şey konuşmadık. O bir süre sonra uyudu sanırım. Ben de bir süre uzanıp kalktım. Camı aralayıp bir sigara yaktım. Hala tek bir yıldız göremiyordum. Ama Ay.. ilk kez bir şeye benzetir gibi oldum Ay'ı. Evet evet Ay,ağlayan bir çizgi film kahramanına benziyordu. Pepe! Bir süre sessizce ona eşlik ettim. Son yudumunu diplediğim şarabı da nihayet şaraba benzetebilmiştim. Biraz daha seyrettim Ay'ı. Sonra yüzümü doğuya doğru çevirip pencere aralığından usulca mırıldandım.
'Olsun, ben seni çok seviyorum..'
Göremediğimde seni
uyuyayım diyorum
geniş zamanlı
geniş pencereli
geniş yataklı
bir evde
belki gelir
dünyayı sığdırdığın
yüreğine
beni de sığdırırsın diye
karınca ısırığı kadar
bir umut
vardıysa eğer
hiç kaybolmaması için
şehrin bütün yağmurları
bana yağsın istedim
ıskartadaki bir trenden
biraz anı ödünç alıp
gelsem sokağınızın başına
aldırmadan
üstümün başımın yaşına
misafir eder misin?
Buna benzer bir acıyı yaşamıştım evvelden
Olacakların farkındayım hiç uzatma istersen
Mavi saplı bir balta senin kadar iş görür
Ucuna, asılmış bir kuş kondururuz dilersen
Sakatlanmış bir atım sürünün arkasında
Sense sarı bir arslan en acımasız tavrınla
Ha desen parçalarsın gövdem pençenin ucunda
Uzatma, uzat ordan, mavi saplı bir balta
Senden merhamet dilenmez aman bilmezsin bilirim
Şikayetim yok tabi ki yine gelsen yine severim
Senin yolun çok uzun benimse gözüm toprakta
Usulca uzat hadi, mavi saplı bir balta..
Bu kez ben haksız değilim bu kez sen beni dinle
sana hak verip durmaktan onurumu sakatladım
çizik vidaymışım meğer sen yıldız tornavida
ne sağa dönebildim ne sola
hırpalandığımla kaldım
söyleyecek laf çok sende şöyle kafanı çevirip
yanlışlıkla baktığın kuşları bile ağlatırsın
bakma bana konuşma da kal öyle kıpırtısız
cehennemin dibinde metal şezlong kiraladım
ben gidiyorum artık kalanlara anlatırsın.
Ah Muhsin Ünlü süper bir insanmış
Bence Alper abi ondan daha süper bir insan
Bendense bi bok olmaz
ikisi de yolda Ebu Bekir'i görseler en azından selamlaşırlar
Ben bir araba fırça yerim
Kesin der ki bana, "oğlum manyak mısın sen niye bu kadar içiyorsun?"
Ah Muhsin Ünlü ara sıra yalan söylüyordur muhakkak
Alper abi söylemez diyor ama herkes ara sıra yalan söyler
Ben en çok anneme yalan söyledim hala durup durup söylüyorum
Annem beni döverken mesela gözleri kocaman oluyordu
Öyle zamanlarda bile durmadan yalan söylüyordum
Ah Muhsin Ünlü Azrail'i yolda görse selam verirmiş
Sanıyorum Ah Muhsin Ünlü yolda kimi görse selam verir
Ben yolda Azrail'i görsem derim ki "Anam babam niye bu kadar geciktin?"
Alper abiye anlatsam şimdi bunları eminim kıçıyla güler
O bana deli gibi gülerken ben ona "Abi" derim, "gülme bu hiç komik değil!"
Ah Muhsin Ünlü şanslıymış annesi ölürken o kocamanmış
Alper abi biraz şanssız annesi öldüğünde o küçükmüş
Bense hepten boku yedim annem hala yaşıyor
Annem yaşıyor ve yaşlanıyor biliyorum bir gün ölecek
Ben yaşıyorum ve her gün annemin bir gün öleceğini düşünüyorum
Annemin her gün tansiyonu çıkıyor beli ağrıyor saçları ağarıyor
Benim de saçlarım ağarıyor annem gözümün önünde yaşlanıyor
Dedim ya en şanssız benim kimse beni ipine takmaz
Annem çay getirdi az önce fazla uzaklaşmış olamaz
Ne tuhaf anneler çocukları üzüntüden ölürken bile
Çocukları üzüntüden ölürken bile çay getirmekten vazgeçmiyor ne tuhaf
Siz bir görseniz annemi ne demek istediğimi anlarsınız
Annem hepinize çay koyar öleceğine inanamazsınız.