Sigaramı badem reçeline batırıp, terden yapış yapış olan dudaklarımın arasına alıp markasını dilimle kontrol ettim. filtreli şeylerden nefret ederim. saflığını bozuyor sağlıksızlığımın. ağzımın içine düşmeli tütün. düşmeli ki badem reçeli damağımdaki yarayı sağaltabilsin.
beynimin içinde bir masa var. mdfden yapılmış. siyah. ayakları, atımın ayağındaki beyaz gibi alacalı; metal travmalı. masanın üzerinde bir sürü eksik not var. hiç biri benim değil. ama eksik olduklarını bilmeme yetecek kadar tanıdığım birinin. sigara külü var masanın her yerinde. bir köşede temizlenmeye çalışılmış, külün kanı dökülmüş sanki oraya. iz yapmış. 8 bilgisayar, 7 fare var. farelerden biri kaçmış, kurtulmuş, ya da öldürülmüş olabilir. beynimin içinde bir masa var. sandalye yok. hiç yok. kalmamış. ondan sonra sandalyeleri topluyorum beynimdeki masadan. konsept değişiyor çünkü ondan sonra. içki şişeleri var; içinde kadın resimleri olan. anahtarlar var; kilitli hiç bir kapıyı açamayan. kilitleyebiliyor ama açamıyorlar. insanlar gibi anahtarlarım var. sorun yaratıyor ama yarattıkları sorunu çözemiyorlar. badem reçeli var bir de. masanın altından yere akıp biriken. yapış yapış. uhutulmuş kokularım var masanın altında. tuhaf.
esneyen bir kadın kadar çıplak söylediklerim. beynim, dünyanın uydusu gibi sanki. 28 günde bir kuşatıyorum kendimi. masanın üzerinde açık bırakılmış bir televizyon var. sevimsiz boğuklukta konuşan dizi film oyuncularının kısık sesleri resmen yankılanıyor sigara dumanında. kapana sıkışmış bir fare gibi tavanda can çekişiyorum. peynir aşkıyla sıkıştırdım kuyruğumu 1 + 1 yalnızlığına. bir oda, bir salon, bir masa, bir ben, bir ben daha.. gördün mü bak, buraya kadar dayanabiliyormuş beynim; iki nokta koymamaya..
sıcacık viskiyi kocaman bir yudumla indirdim mideme. buz parçaları çok mutluydular oldukları kabın içinde. ayırmak istemedim onları. şişeye dayayıp badem reçelli dudağımı, beynimin içine gidecek şekilde çektim koca bir yudumu genzimden yukarı doğru. henüz küfretmemiş olmam tamamen bir mucize. birisi bir öfke getirip koymuş masanın üzerine. markette satılan öfkeler gibi değil. organik bu. memleketinden, öfkenin en meşhur olduğu yerden getirtilmiş. yurt dışından. dünya içinden. beynimin içine eden bir gıcırtı var. işte hepsi bu ithal öfke yüzünden.
faresi kaçan bilgisayarın klavyesini görmeni isterdim. kaşarlanmış tüm tuşları sıfır kilometre birer bakire gibiydi. ekranın rengi bile değişmişti. viski kokuyordu pili. titriyordu. o kadar sıcaktı ki buğulanmıştı masadaki yeri. kaçan fareyi bulup, vurması gerekiyordu. teknolojinin töresi böyleydi. sen hiç teknoloji cinayeti gördün mü? görmediysen izlemelisin, birazdan akıllı bir telefonu öldürecek masamdakilerden biri.
sevişmemiz gerek. halimi görüyorsun işte. ağzımdaki sigarayla birlikte düşüyorum 18. kattaki ultra lüks rezidans dairemizden, her insanı aynı kuvvetle çeken zeminimize.. düşene kadar kaç nefes çekebilirim dersin tütünümden? söylesene, sigara öldürür mü gerçekten?
beynimin içinde siyah, mdf bir masa var. sandalyesi yok. 4 kişiyim. akıllı bir telefon öldürdüm. kimin getirdiğini bilmediğim; paketlenmiş, orjinal bir öfke gördüm. kan kadar sıcak bir şişe viskiyi genzime döktüm. kaçan farenin kuyruğunu tavanda söndürdüm. mümkün olduğunca küfür etmedim. seni üzecek bir şey söylemedim. ama endişelenmeni istedim. endişelenip gelmeni bekledim. zeminde buluşalım. erken gelen, cinayeti üstlensin.
unutmadan söyleyeyim; ecel diye bir şey yok.. her ölüm intihardır.. her doğum, intihara teşebbüs..