aile mezarlığı

entry7 galeri0
    1.
  1. tanım: uludağ sözlük öykü dergisi söykü için yazılmıştır.

    aile mezarlığı

    bu her şeyin hikayesi.
    benim için dünün, bugünün ve yarının.

    işlerin böyle olmasını ben istemedim.
    böyle olmayı ben seçmedim.

    ve biliyorum kimse benim gibi birinin var olmasını istemez.
    yanınıza yaklaşmamı istemezsiniz. arabanıza yaklaşsam camlarınızı kapatırsınız, kitlenmiş trafiğe rağmen gitmeye çalışırsınız.
    "git başımdan" işareti yaparsınız.
    sanki böyle olmayı ben istemişim gibi.
    sanki var olmayı ben istemişim gibi.
    bana sorsalardı hiç var olmamayı isterdim ama var olmadan hiçbir şey isteyemezsiniz.

    1
    kennedy caddesinde ne marka olduğu belirsiz bi arabayı kaçarcasına sürüyorum. sanki dünyadan kaçmak mümkünmüş gibi. sanki kendinden kaçmak mümkünmüş gibi.
    arabanın içi solventi koklanmış bally poşetleriyle, tineri uçmuş bez parçalarıyla, boş bally kutuları sigara paketleri bi takım şişelerle dolu. biraz da sidik kokuyor olabilir. biraz da başka insana özgü şeyler işte.
    aslında hiç bir yere gitmiyorum. hiç kimse beni beklemiyor. hiç acelem yok.
    yanımda ki koltukta şimdi uyanan bülent. burnunu, kaşlarını, saçlarını yüzündeki yerinden memnun değilmiş gibi karıştırıyor. burnuyla havayı kısa kısa, sertçe içine çekiyor.

    "kanka" diyor "bu ballylerin prospektüsü yada ne biliyim yan etkiler bölümü falan olmalı"

    eğer çokca tiner yada bally koklamışsanız. saatler sonra burun kemiğinizin dibinde keskin solvent kokusu ve yanma duyarsınız. sanki hala kokluyormuş gibi sanki burnunuzun içinde bally tüpü patlamış gibi.

    az önce kumkapıyı solumda bıraktım. nedense trafiğin en az olduğu yerlerde daha çok trafik ışığı vardır.
    şehircilik ilüzyonu.
    radyoda adamın biri "bugün geriye kalan hayatınızın ilk günü" diyor.
    ve gülme efekti.

    neyden geriye kalan? sanki bu sabah doğmuş gibiyim. kendinize yalan söylemiyorsanız geçmişi hatırlamadığınızı görürsünüz. iddia ediyorum son bir ayda ne olduğu ile ilgili bir sayfa bile yazamazsınız. son on yılı hiç zorlamıyorum. geçmişe bakınca aklıma belgesel kanallarındaki kontrollü bina yıkan adamların falan olduğu belgeseller geliyor. otuz katlı binayı bir düğmeye basarak yerle bir eden adamlar.
    bu benim hikayem.
    bir hayatın kontrollü yıkımı.
    beni ağlak biri sanmayın ama ağladığım zamanlar olmuştu.

    bülent camı açıyor ve kafasını dışarı uzatıyor. buna burun banyosu diyebilirsiniz. hareket eden arabadan dünyaya doğru bir şeyler söylüyor.

    bülent kafasını içeri çekip bi sagara yakıyor ve "nereye gidiyoruz" diyor.

    radyodaki adam "yollar olmasaydı trafik de olmazdı" diyor.
    ve gülme efekti.
    bu radyo adamları her şeyin ardına gülme efekti koyabilirler.

    aslında babama gitmeliyim. bu dünyada beni olduğumdan farklı tanıyan tek insana.

    radyodaki adam "duydunuz mu? çinliler, pandalar sevişmiyorlar diye kaygılılar" diyor. gülme efekti
    radyo adamlarına açılımının hiç bi anlamı olmadığından kısaca DJ denir.

    bülent citadel otel'in önünden geçerken "aa kanka burayı hatırladın mı?" diyor.
    "hani şu kafamız güzelken afet diye aldığımız travestiyi."
    yeterince karanlıkta ve yeterince uzaktaysa her şey insana güzel gelebilir.
    bülent "bence o gece herifin kadınlığa en çok yaklaştığı geceydi." diyor. "yani eminim kendisi bile onu bizim kadar kadın hissetmemiştir" diyor.

    2
    bülent ve ben birlikte büyüdük. büyümemiz çok önemli değil; yani biliyorsunuz canlılar ölmedikleri sürece büyürler ama biz iyi vakit geçiriyorduk.
    okuldan birlikte dönüyor çantalarımızı eve atar atmaz arsada buluşuyorduk. oturduğumuz yer istanbul'a bi yerlerden yeni gelmiş insanlarla ve bu insanların yaptığı çoğu tek katlı inşaatlarla ve boş arsalarla doluydu. ve her yer yokuştu, yokuş hiç bitmezdi. bütün yön tariflerinde mutlaka yokuşun başı, sonu, solu, sağı vardı. bulabildiğimiz en düz arsada toplanıp futbol falan oynuyorduk.
    biri topa sert vursa top arsanın dışına kaçsa o kadar aşağılara gidiyordu ki oyun o dakikada bitiyordu. o günlerde henüz bi çocuk parkımız yoktu. şimdi internete girip çocuk parkı satın alabilirsiniz ama o günlerde her şeyi parayla alabilen insanlarla pek karşılaşmazdınız. böylece bütün mahalle bizim oyun alanımız oluyordu.

    bu mahalleye pek alışık olmadığımız bi inşaat yapmaya başladılar. yedi katlı bir apartman. her gün binanın nasıl biraz daha yükseldiğini izliyorduk. binanın kabası bittiğinde uzunca bir süre öylece bekledi. bu bina tam bizlikti ancak bi sorun vardı; binanın merdivenlerini yapmamışlardı. üst katlara çıkmak istiyorduk ama merdivenleri yoktu.

    bir gün bülentle birlikte birinci katın tuvaletinden tuvalet penceresine çıkmak istedik. elimize büyükçe birer taş alarak tuğlalarda elimizle tutabileceğimiz şekilde delikler açtık. hani şu bildiğiniz kırmızı renkli kare şeklindeki tuğlalar, hani içi delik delik olanlar. aşağıdaki deliklere ayaklarımızın ucunu sokuyor yukarıdakilerden tek elimizle tutunuyor ve daha yukarılara yeni delikler açıyorduk. ben tırmanıyordum.
    bazen açtığımız delikler doğru yerde olmuyordu ozaman da bülent'e ayağımla işaret ederek. "burayı da kır, ayağımı basacak yer yok" falan diyordum. o da kırıyordu. ve nihayet tuvalet penceresine ulaştım. pencereden başımı dışarı çıkarıp kafamı yukarı çevirdiğimde binanın tepesine kadar ulaşan daracık bir tünel görünüyordu. bütün katlardaki tuvalet pecerelerinin açıldığı uzun, dikey bir tünel.
    siz görseniz buna havalandırma boşluğu derdiniz. bu konuda hiç konuşmadık ama o pencereye ulaşır ulaşmaz ne yapacağımız konusunda hemen anlaşmıştık.
    tünelin içindeki tuğlaları kırmaya devam ettik. o dar tünelde sırtımızı geri yaslayıp ayaklarımızı karşı duvara dayayarak kendimizi sıkıştırıyor ve sırtımızla yukarı doğru sürtünerek çıkıyorduk. yükseldikçe yeni tuğlalar kırıyor yeni delikler açıyorduk. tünel boyunca uzanan bir merdiven yapıyorduk. ilk katın tuvalet penceresine geldiğimizde içeri girdik.
    huzur doluydu. burası dünyanın en güvenli yeriydi. kurtarılmış bir cennetti. pasifikte bir adaydı. hatta daha iyisiydi, sadece bizimdi.

    her gün okuldan sonra bülentle birlikte merdiven inşaatında çalışıyorduk ancak başkaları öğrenir diye de endişeleniyorduk. biz de her yere sıçtık. nerde olursak olalım her zaman tuvalet için inşaata geliyorduk. evde, başka bir sokakta oyunda, hatta okulda bile olsak kendimizi tutuyor gelip inşaatın tuvaletine ve tuvaletin çevresine yapıyorduk. bazen inşaatta buluşup birlikte yapıyorduk.

    merdiven inşaatımızın son günleri.
    çömelmiş halde küçük sıska bülent bana "bu kadar yetmez mi? burası bok gibi kokuyor" diyor.
    asla yetmez.
    ıkınan bülent'e "burayı korumak için hiç çalışmıyorsun. bazı günler hiç yapmıyorsun. eğer burayı bulurlarsa suçlusu sensin" diyorum.
    bülent çömelmiş durumda yürümeye çalışırken cılız bir ördek gibi görünüyor.
    gözleriyle çimento torbası kağıdı yada kıçını silebileceği bi şeyler ararken "yo valla hep buraya yapıyorum ama benim ki çok gelmiyor dostum" diyor.
    kıçını silmesi için yanımdaki tuğlayı kırıp yarısını ona doğru fırlatıyorum. tuğla yere çarpınca iyice parçalanıyor bir kısmı yeni yaptığı boka saplanıyor.
    "o zaman çişini kuruyan bokların üzerine yap" diyorum. "bu onları tazeler"

    gerçekten de eserimizle gurur duyabilirdik; merdivenimiz harika olmuştu, istediğimiz kata çıkabiliyorduk ve tuvalete kokarcalar bile yaklaşmazdı. yine de tedbiri elden bırakmamak gerekirdi zamanla boklar kuruyordu bülent'i zorlamıyordum ama arada bir kuruyanların yerine tazesini yapıyordum.

    o inşaat bir kaç sene öylece kaldı. hatta bu arada mahallenin bi kenarına çocuk parkı bile yapıldı. zaten her yer dolmuştu. bizim top oynadığımız arsada bile inşaat vardı. çocuk parkına pek alışık değildik aslında kimse alışık değildi belkide bu yüzden çok rağbet görüyordu. çocuk parkı günün her saatinde farklı insanlara hizmet ediyordu. öğlene kadar ziyaretçisi azdı. öğleden sonraları mahallenin kadınları küçük çocuklarıyla gelip onlar oynarken dedikodu yapıyorlardı. ikindi vakitleri biz tepişiyorduk. akşama doğru büyük abiler gelince yavaş yavaş boşaltma zamanı geldiğini anlıyorduk. gece karanlıkta ordan geçseniz bile hep parkta birilerinin olduğunu görürdünüz. ilk başlarda akşamları en çok sigara bira içen adamlar görülüyordu. bi keresinde çocuk parkında bıçaklama olayı bile olmuştu. sık sık salıncakların zinciri kopar yada kaydırağın demir borusunu falan eğilmiş bulurduk.
    bu herifler artık daha erken saatlerde de gelmeye başladılar elindeki torbayı ağzına götürip içine hızlı hızlı çeken birisi anlaşılmayacak şekilde sesler çıkarttığı gün ve sonraki günler parktan iyice kopmaya başlamıştık.

    belediye bi iki yıl önce kentsel dönüşüm gerekçesiyle parkın çevresinde ne kadar ev varsa hepsini yıkmasına rağmen o çocuk parkı hala orda duruyor.

    çocuk parkını madde bağımlılarının basması bizim için sorun değildi. ne de olsa bülent ve benim yedi katlı apartmanımız vardı.
    zamanla o inşaatın her katında farklı bi şeyler birikmeye başlamıştı.
    misketler, toplar, gazoz kapakları ve diğer oyun malzemeleri birinci katta.
    bülent'in ve benim çaldığım şeyler daha çok ipten yada kapı önlerinden, camilerden falan çalınan ayakkabılar, tişörtler ve türlü ıvır zıvır dördüncü katta.
    bi ara dördüncü katın yatak odasında yirmi otuz çift ayakkabı olmuştu. tuğlalar arasındaki boşluklara sokulmuş çivilere asılmış onlarca kıyafet. hepsini giyemiyorduk hatta hepsini sevmiyorduk ama atamıyorduk da. bi çeşit madde bağımlılığı. bu duyguyu biliyorsunuz.
    bi keresinde bülent üçüncü kata köpek yavrusu bağlamıştı. geceleyin köpek o kadar çok havlamış ki mahallede konuşulur oldu. bülent'le onu indirmeye karar verdik.
    bülent "ben de kedi beslerim" dedi.
    havalandırma boşluğundan indirmeye çalıştı ama düşüreceğinden korktu.
    gülerek "hem kedi beslesen burdan aşağıya atabilirdik." dedim.
    bülent'in onu bağladığı ip oldukça uzundu. onunla aşağıya indirmeye karar verdik. bülent giriş katın tuvalet penceresine indi. ben köpeği oraya kadar sarkıtınca köpeği pencereden giriş katına alacaktı.
    başlıyoruz.
    bülent'e "yolluyorum hazır mısın?" diyorum.
    "yolla" diyor
    köpeği kucağımdan bırakırken ipide yavaşça salıyorum. köpek mızıklamaya başlıyor. ip boynunda gittikçe daralıyor köpeğin mızıklamasına, debelenme de eşlik ediyor. ikinci kata geldik bile.
    bülent "çabuk ol lan ölecek" diyor.
    ikinci katı geçerken elimdeki ip bitiyor.
    "bülent ip bitti" diyorum. köpeğin sesi iyice kısıldı. debeleniyor. hızlıca ipi geri çekmeye başlıyorum.
    bülent "ipi bırak" diyor.
    çekiyorum. çekiyorum.
    köpeğin boynu düştü. debelenmiyor.
    "korkma bişey olmaz" diyorum.
    köpeği geri çektim. hiç hareket yok. bülent yukarı tırmanıyor.
    bülent üçüncü kat tuvaletine geldiğinde "ölmüş galiba" diyorum.

    hayatımda ilk kez bi canlının ölmesine bu kadar üzüldüğümü hatırlıyorum. bülent bana bi sürü şey söyledi ama ağladığı için tam anlayamadım. yada ağladığım için.
    daha önce çok hayvan öldürmüştüm. karınca hakları olsaydı içerden çıkmam bin yıl sürebilirdi. yada kertenkele, hatta zevk alarak kuş bile öldürdüm ama ilk kez sevdiğim bi şey ellerimde ölmüştü.
    insan bazı şeylere alışıyor.
    bazılarına da alışmaması gerekiyor.

    ertesi gün bülent benimle konuşmaya başladı. "gömmemiz lazım" dedi.
    onu bileceğimiz bi yere çocuk parkındaki sallanan dinozorun altına gömmeye karar verdik. ramazan ayının iyi bi yanı varsa o da akşamları çocuk parkının boş kalmasıdır.
    gömdük. hatta bülent sübhaneke bile okudu.
    şimdi olsa dinozorun üstüne "acı kaybımız. ruhuna fatiha" yazabilirdim.

    sevişen insanların olduğu dergiler ve gazeteler yedinci katta. bunlar çok ilgimizi çekiyordu. gazetelerin sağlık köşelerinde yada çöpte orda burda bulduğumuz bir kadın dergisinde falan cinsel hayatla ilgili bi yazı bile ereksiyona sebep oluyordu. aslında bütün bu delillerden önce de şüpheleniyordum. yani daha küçükken bile bu girinti ve çıkıntının bir anlamı olmalı diye düşünüyordum. vida ve somun var ve vida somuna giriyor. yada fiş ve priz gibi ikililerden yola çıkarak insanlardaki bu grinti çıkıntıların mutlaka birbirleriyle bi ilişkisi olmalı diye düşünüyordum.
    anneme orkid reklamlarını soruyordum. kadınlarla ne ilgisi var diyordum. doğru düzgün bi cevap vermiyordu. o böyle kaçamak cevap verdikçe ben daha çok şüpheleniyordum. annem çok sıkışınca "babana sor" diyordu ama babama soru sorulmayacağını herkes bilirdi. zavallı kadın bazen benden mi yoksa babamdan mı daha çok çekti diye düşünüyorum.

    annem bir kaç ay önce kayboldu. herkes artık babama daha fazla dayanamayıp kaçtığını söylüyor.
    annem kaybolmadan önce de babam iyi değildi ama artık hiç bir şeyi olduğu gibi hatırlamıyor.
    siz görseniz bunak derdiniz. doktorlar demans diyor yada alzhimer. tıp dilinde herşeyi sizi kırmadan söylemenin bir yolu vardır.
    doktorlar "göte geldiniz" demek yerine; "serebral korteksinizde iki santimetre çapında opasite tesbit ettik ve görünen o ki bu kitle malign." derler.

    babamın hastalığının en iyi yanı istediğiniz şeyi istediğiniz gibi görebilmeniz, istediğinize istediğiniz isimle hiyap ediyorsunuz ama kimse bunu yadırgamıyor.
    insanların size karşı anlayışlı olmaları için gerçekten çok kötü durumda olmanız gerekir.


    3
    yaklaşık otuz dakikadır yoldayız.
    annem gittikten sonra babamı her bi kaç günde bir ziyaret ediyorum. bana iyi geliyor. her gittiğimde yeni biri oluyorum. bir gün melahat teyzenin büyük oğluyum. sonraki gün amcamın oğlu rıfat. bir başka gün babamın asker arkadaşı kerim.
    ilk başlarda babama kim olduğumu anlatmaya çalışıyordum ama kim ben olmak ister ki? sonra vazgeçtim artık uzun uzun konuşuyoruz. farklı biri oluyorum, farklı bi hayatım oluyor. babamın ürettiği dertlerim ve babamın bulduğu çözüm önerileri oluyor. bazen tartıştığımız bile oluyor. benim için baba ile tartışmak yunan tanrılarıyla olymposda kapışmak gibi. yani çok bilinçli biri olmayabilir ama yaratma sürecinde bulunduğunu kabul etmek gerekir.

    babamın durumu için doktorlar "sorun yakın dönem hafızasının olmaması" diyorlar. sadece geçmişe ait şeyleri bölük pörçük hatırlıyor. doktorlar buna "nostaljik hafıza" diyorlar. bu bence pek de dert edilecek bir şey değil. doktorların herşeyi kibarca söylemesine kızmıyorum ama bunun nesi kötü anlamıyorum.

    bülent'e "bi poşet de bana hazırla" diyorum "içine biraz da tiner koy."
    bally çektikçe ballynin dışındaki solvent azalır bu yüzden poşeti elinizle buruşturup alttaki ballyi de koklamanız gerekir. ama tiner eklerseniz ballyi inceltirsiniz aynı bokun üstüne işeyerek taze tutmak gibi. çekersiniz ve ilk dakikada uçarsınız.
    insanlar tiner, bally koklayanları ucuz insanlar olarak görebilirler ama temelde kokainden yada esrardan çok farklı değildir.
    yada metedrin'den.
    buprenorfin'den.
    lsd'den.
    psilosibin'den.
    metadon'dan.
    antidepresanlardan.
    antipsikotiklerden.
    bunların hepsi size olmasını istediğiniz gibi bi dünyanın kapısını açar, olduğunuzdan farklı biri olmanızı sağlar. istediğiniz duyguları hissetmenize yarar.

    tabi bu sizce insanlıktan çıkmak olabilir.
    ama kim kendini ve dünyayı olduğu gibi kabul edebilir ki?
    kim kendini aslında olduğundan daha farklı göstermek istemiyor ki?

    eğer konu yalansa ben en azından kendime söylüyorum.
    eğer konu makyajsa ben makyajı yüzüme değil beynime yapıyorum.

    insanlıktan çıkmak nedir öğrenmek isterseniz bi bağımlılık edinin ve sonra bırakmayı deneyin.
    yeni bazı kelimeler öğrenmekten başka hiç bir işe yaramayan bir uğraşınız olur.
    doktorlar buna detoksifikasyon dönemi diyorlar. her zamanki doktorlar işte. bangi jumping yaparken ipini keseceğiz demenin kibar yolu.
    detoksifikayson döneminde öğreneceğiniz yeni kelimeler için bakınız;
    tremor,
    ıslak köpek silkinmesi,
    depresyon,
    lokomotor hiperaktivite,
    stereotipi,
    ajitasyon ve en güzeli de nöbetler.

    bunlar mı yoksa derin bir nefesten sonra cennette gözünüzü açmak mı diye sorulsa siz ne derdiniz bilmiyorum ama ben cenneti seçtim.
    bally çekmenin en iyi yanı ki doktorlar buna uçucu madde bağımlılığı diyorlar. dünyanın en boktan yerinde en boktan hayatını da yaşasanız o an hayal ettiğiniz yerdesinizdir. size aksini siz bile inandıramazsınız. ve halüsinasyonlar o kadar gerçektir ki sadece ölüm sizi o gerçekten koparabilir. mesela bozuk karanlık bir yolda araba kullansanız bile bally size o yolu cennet yollarından bir yol, babil bahçelerinden bir bahçe yapar. önünüzden kaçışan ceylanlar gibi huriler, üstünüzden dökülen gül yaprakları, hafifçe esen meltem esintilerinin taşıdığı o güzel kokular. her şey gerçektir.

    işin en güzel yanı bütün bunları tek başınıza yaşamak zorunda değilsiniz. halüsinasyonları paylaşabilirsiniz. mesela ben bülent'e "abi bize doğru gelen iki çıtırı görüyor musun?" desem. bülent bana "evet kanka biri esmer biri sarışın" der.
    doktorlara göre ikimizin gördüğü aslında aynı şey değilmiş ama kim ıspatlayabilir ki? aslında bu bir motivasyon sonucuymuş. kimin umrunda ki?

    evin önüne geldik.
    bir zamanlar bir mahalle olan bu yerde babamın ki, yukarıdaki çocuk parkı ve bi iki ev dışında ne varsa hepsini yıktılar.
    bülent'e "bi kaç saat takıl sonra çocuk parkında buluşuruz" diyorum. anahtarla kapıyı açıyorum ve babamı elinde kalınca bir defter yada ajandayla buluyorum.

    babam bana "selim hoş geldin" diyor. "çocuğu aşıya götürdün mü?"
    "bu hafta gidemedik işten izin alamadım" diyorum.
    "götür aşı önemli" diyor babam. "hem filiz otuzbeşe gelmeden bi çocuk daha yap, tek çocuk olmaz" diyor.
    aslında bunları not almalıyım ama artık çok önemli değil. bi dahaki geldiğimde filiz ikinciye hamile diye konuya girsem "paran yok, pulun yok çocuk yapıyosun" da diyebilir. her şekilde bir şey bulur.

    babama oturmasını söylüyorum. "seninle konuşmak istediğim önemli şeyler var" diyorum ve elimdeki poşeti babamın ağzına ve burnuna bastırıyorum.
    babam derin panik nefesleri alıyor.
    "türk havayollarının tk2917 sefer sayılı uçuşuna hoş geldiniz. lütfen güvenliğiniz için ikaz ışıkları yanarken emniyet kemerlerinizi çıkarmayınız."
    sanki uçakta emniyet kemeri takmadığı için ölen varmış gibi.

    poşeti babamın ağzından çekiyorum.
    babam "suat karımı bırak ulan" diyor.
    suat mı?
    poşeti ağzıma dayıyorum derin bir nefes alıyorum ve "karını geçen ay çocuk parkına gömmüş olabilir misin? yüce zeus" diyorum.
    ve poşeti babamın ağzına dayıyorum.

    geçen ay babamla buna benzer bi parti yaptık. ilginç bi şekilde ertesi gün aklıma annemi çocuk parkındaki kaydırağın dibine gömmüş olabileceğimiz geldi.

    ne mi hissediyorum?
    burnumda derin bi yanma var. burun kemiğim sızlıyor ve sanki içinde bally tüpü patlamış gibi. başım ağrıyor. karnım o kadar aç ki bi ineği yiyebilirim.

    sonra bülent'le bi kadını yada herneyse tahterevallinin dibine gömdüğümüz.

    ve ballylerin de prospektüsü olması gerektiği doğru. bakkalda satılan bir şeyin uzun dönem beyin amcıklaması riski olmamalı. doktorlar buna kibarca "şizofreni" diyorlar.
    şimdi polise gitsem bile bana inanmazlar. polislerin en sevdiği şey ellerindeki pda'lere kimlik numarası isim falan yazmaktır. buna gbt deniyor. genel bilgi taraması.
    dünyada kısaltması yapılamayacak kadar anlamlı hiçbir şey yoktur.

    sonra bülent'i salıncakların dibine gömdüğüm aklıma geldi.

    kafam yerindeyken kendim için unutamayacağım bi ölüm düşünmek isterdim. bol acılı geriye bakınca ne ölümdü be diyeceğim türden bir ölüm.
    ölmenin zor bir yolu... kendinizi yaksanız bile ancak onbeş saniye acı hissedersiniz.
    ölmenin en zor ve uzun yolu yaşamaktır

    babamı bir saat önce öldürdüğüm aklıma geldi. az sonra annemin yanına gömeceğim.

    çocuk parkındaki her oyuncağın üstüne, mezartaşlarına "acı kaybımız" "ruhuna fatiha" yazıyorum.

    şimdi siz görseniz buraya çocuk parkı derdiniz.

    ben aile mezarlığı diyorum.
    19 ...
  2. 2.
  3. içinde kenedy caddesi, kumkapı ve istanbul geçen gerçek hayatlardan çalınan bir alıntı:

    "...insan bazı şeylere alışıyor.
    bazılarına da alışmaması gerekiyor..."

    *

    yazar belki hikaye uzun olduğu için dikkat etmemiş.
    bir iki imla hatası ve noktalama işareti eksikliği dışında başarılı bir hikaye.
    1 ...
  4. 3.
  5. Okurken akıp giden, okuyucuyu tökezletmeyen, tutup içine çeken bir öykü.
    1 ...
  6. 4.
  7. şimdiye kadar okuduğum hikayeler içinde, dünya edebiyatı dahil en ilgimi çekenlerden biri. çünkü hikayede bir üst metin bir de derinden usul usul akan bir alt metin mevcut. görünüşte hikaye; sürükleyici, şaşırtıcı, sizi gafil avlayan bir yeraltı öyküsü, chuck palahniuk eseri tarzında olsa da baş kahramanımız selim'in aforizmaları, geçmişe dair anılarında vurguladıları ve hayatı algılayış biçimi ile ruhunun derinliklerine indikçe dante ile dostoyevski esintili; uyumsuz kahramanımızın varoluş problemi ve coşkulu ölüm methiyesi noktasında albert camus'ya selam gönderen, sonunda da edgar allen poe tarzı şaşırtıcı, dehşetengiz bir tokat atan; psikolojik, felsefik hatta sosyolojik derinlikli bir yapıt.

    kahramanımız selim hem varoluşundan rahatsız hem de varoluş biçiminden.

    --spoiler--
    sanki var olmayı ben istemişim gibi.
    bana sorsalardı hiç var olmamayı isterdim ama var olmadan hiçbir şey isteyemezsiniz.
    --spoiler--

    ve edilgen bir varlık olarak dünya getirildiğinden; önce bu istemediği varoluş biçimini(selim ve hayatını) kendi kafasında istediği şekilde görmeye çalışıyor; önce çocuklukta arkadaşı bülent ile kendilerine özel bir sığınak kuruyorlar. zaman geçip bu sığınak başkalarınca yok edilip, kendisi de büyüdükçe uyuşturucularla yaşanılan ilüzyon yerine tüm geçmişini tanıklarıyla yok etmeye başlıyor. önce hayata gelmesinin birincil unsuru annesini**; sonra babasını sonra da ailesi dışında geçmiş hayatının tek tanığı ve dostu bülent'i öldürerek bir anlamda intikam alıyor bir anlamda da bu insanlar için; böylesi bir dünyada acı çekerek yaşamamaları için kurtarıcı ölüm meleği oluyor. kendisi içinse en zorunu seçiyor:

    --spoiler--
    ölmenin en zor ve uzun yolu yaşamaktır
    --spoiler--

    evet; selim'in hikayesi bu:

    --spoiler--
    bu benim hikayem.
    bir hayatın kontrollü yıkımı.
    --spoiler--

    selim hayata, gördüğü şekildeki hayata alışamıyor. belki de alışmaması gerektiğini düşünüyor derinden.

    --spoiler--
    insan bazı şeylere alışıyor.
    bazılarına da alışmaması gerekiyor.
    --spoiler--

    --spoiler--
    tüm uyuşturucular(yazar yasal ve yasadışı hepsini saymış) hepsi size olmasını istediğiniz gibi bi dünyanın kapısını açar, olduğunuzdan farklı biri olmanızı sağlar. istediğiniz duyguları hissetmenize yarar.

    tabi bu sizce insanlıktan çıkmak olabilir.
    ama kim kendini ve dünyayı olduğu gibi kabul edebilir ki?
    kim kendini aslında olduğundan daha farklı göstermek istemiyor ki?

    eğer konu yalansa ben en azından kendime söylüyorum.
    eğer konu makyajsa ben makyajı yüzüme değil beynime yapıyorum.

    insanlıktan çıkmak nedir öğrenmek isterseniz bi bağımlılık edinin ve sonra bırakmayı deneyin.
    yeni bazı kelimeler öğrenmekten başka hiç bir işe yaramayan bir uğraşınız olur.
    --spoiler--

    ama bir yandan da hayatının tüm önemli tanıklarını öldürerek geçmişini güzelleştiriyor; çünkü ancak böylelikle; sadece kendi hatırlamak istediği şekilde; yeterince karanlık ve uzak oluyor.

    --spoiler--
    yeterince karanlıkta ve yeterince uzaktaysa her şey insana güzel gelebilir.
    --spoiler--

    arabadaki radyodan gelen gülme efekti vurgusu, david lynch'in rabbits'teki gülme efekti taşlaması gibi birşey bence. hayatta insanların yaşadıları trajediler ne kadar acı verici olsa da dışardaki insanlar tarafından alay edercesine komik gözükebiliyor; çünkü acı çeken insanın derinine inme duyarlılığından çok uzak toplum bu yüzden anlayamadığı şeyi ya yok ediyor ya da alay konusu yapıyor.

    çocukluğunda selim'in arkadaşı bülent ile bulduğu daha doğrusu kendi cennetlerine dönüştürdükleri apartmanın selim'e hissettirdikleri ve hikaye bazındaki metaforik anlamı da çok derinlikli.
    --spoiler--
    huzur doluydu. burası dünyanın en güvenli yeriydi. kurtarılmış bir cennetti. pasifikte bir adaydı. hatta daha iyisiydi, sadece bizimdi.
    --spoiler--

    yedi katlı apartman; aklıma dante'nin yedi katlı cehennemi'ni getirdi. hayatlarının ortasına başkaları tarafından dikilen bu cehennemi yapıyı, anarşist bir tavırla istila edip, dönüştürüyorlar. bu yedi katlı apartmanın, cehennemin içine ederek bir yandan başkalarının gelmesini engelliyorlar bir yandan da buraya kendi merdivenlerini(kendi giriş kapılarını, cennete açılan yollarını) yapıp, her kata kendi oyuncaklarını, sevdikleri bazı şeyleri koyarak kendi cennetlerini yaratıyorlar. en üst kata, yedinci kata koyulan dergiler ve simgeledikleri ise çok anlamlı. toplum içinde en azından bazı toplumlarda ahlaksızlık olarak yaftalanan,hatta bu dürtülere sahip olmak suçmuş, suçluluk duyulması gerekirmiş gibi muamele yapılan cinsellik; aslında doğamızın en önemli dürtüsü ve yaşamın kaynağı. ve kahramanlarımız da bunu yedinci katı cinsellikle ilgili objelere ayırarak taçlandırıyor.

    --spoiler--
    sevişen insanların olduğu dergiler ve gazeteler yedinci katta.
    --spoiler--

    bazı tasvirler çok hoş; sinematografik bir gerçeklik algısıyla hemen gözlerimizin önünde canlanıyor; mesela:

    --spoiler--
    yanımda ki koltukta şimdi uyanan bülent. burnunu, kaşlarını, saçlarını yüzündeki yerinden memnun değilmiş gibi karıştırıyor. burnuyla havayı kısa kısa, sertçe içine çekiyor.
    --spoiler--

    selim'e karşı hayat ya da insanlar anlayışlı olmamışlar:

    --spoiler--
    babamın hastalığının en iyi yanı istediğiniz şeyi istediğiniz gibi görebilmeniz, istediğinize istediğiniz isimle hitap ediyorsunuz ama kimse bunu yadırgamıyor.
    insanların size karşı anlayışlı olmaları için gerçekten çok kötü durumda olmanız gerekir.
    --spoiler--

    selim de artık kendi kurallarını koyduğu, geçmişini hatırlamak istedikleriyle yazdığı bir hayat yaşaıyor ve aklında hep:

    --spoiler--
    kafam yerindeyken kendim için unutamayacağım bi ölüm düşünmek isterdim. bol acılı geriye bakınca ne ölümdü be diyeceğim türden bir ölüm.
    ölmenin zor bir yolu... kendinizi yaksanız bile ancak onbeş saniye acı hissedersiniz.
    ölmenin en zor ve uzun yolu yaşamaktır
    --spoiler--
    ve selim'in mezarlığı da bu dünya...

    toplumcu ve insancıl teşekkür: anti deprasanların hat safhada kullanıldığı, insanların birbirini gözünü kırpmadan öldürdüğü bir dünyada tinercilere karşı takınılan çözüm odaklı olmayan, yaftalayıcı tutuma dikkat çekişi ve kentsel dönüşüm vurgusu için de ayrıca teşekkürler.
    yazara özel not: selim'in maceralarını özellikle kendini gerçekten yaşıyor hissettiği anlardaki durum hikayelerini de merakla bekliyoruz. öldürürken ölürken ya da ne ona coşku veriyorsa...
    2 ...
  8. 5.
  9. 6.
  10. Buram buram kalite kokan kısa bile olsa okuyucuda roman tadı bırakan enfes öykü.
    2 ...
  11. 7.
  12. hiç bir mevtanın birbirinin eşine yan gözle bakmadığı, gönül rahatlığıyla ahireti bekleyip huzurla uyuduğu, çoğunun da başındaki mermerde "oğullarından", "mahdumlarından", "eşrafından" ibareleri olan, bir alternatifinin de "saplar mezarlığı" olan kabristanlardır
    "allah'ım beni de onun yanına al ben napcam şimdi" diye dua ederek, sonunda bizim de gittiğimiz yerdir.
    0 ...
© 2025 uludağ sözlük