ahmet şerif izgören

    1.
  1. Beden dili, hayat ve yaşam konularında konferanslar veren, kitaplar yazan güzel insan. Ancak bana ettiğini unutmuş değilim.

    Yıllar yıllar önceydi*. Arkadaşlarımla öğle yemeğini yemiş, sıcaktan mayışmış, sınıfta oturuyorum. Ders seçmeli olduğundan fazla müşterisi yok, sınıfta zaten az kişi var. Ben de gitsem, şimdi buraya kadar gelmişim, bari dersi dinleyip * öyle gideyim diyorum.
    Derken içeri heyecanla giren biri müjdeyi veriyor:
    -ders yok, herkes konferansa...konferansı verecek kişi dekanın arkadaşıymış, bütün fakülte gidecekmiş.

    Ders yok iyi hoş da, bu konferans nerden çıktı, zaten yoğurdu da yemişim nası uykum geliyo. Konferans salonuna otobüsler gidiyomuş. Biz de arkadaşlarla anlaştık, aşağı kadar yürüyeceğimize otobüse binelim, nası olsa inince kayboluruz aradan. Ancak hocaların otobüsten inince gardiyanlık yapacağını akla getirmemişiz. Otobüsten bir inişimiz var, bir tek ellerimizi başımızın arkasına koymamız eksik. çaresiz geçtik, oturduk salonda bir yere ama konferansın konusu neymiş, kim veriyormuş zerre kadar bilgimiz yok.

    Neyse Ahmet şerif izgören denen şahıs çıktı, başladı anlatmaya hayat, yaşam, ne için yaşıyoruz filan diye. Baktım o kadar kötü de değil, güzel güzel anlatıyo adam. iyi ki gelmişim diyorum.
    Anlatırken birden şimdi bir soru soracağım, lütfen herkes düşünsün dedi.
    Soru şu:
    -bir meyve olsaydınız ne olurdunuz? Neden?

    Düşünüyorum; Şimdi eve giderim bi güzel yatarım, sonra da bilgisayarın başına geçtim miydi. Belgrad'ı da alırsam Almanya'yı yıkarım. Daha çok mancınık lazım. Deniz gücünü de artırmak lazım tabi*.

    Asi: Ahmet şerif izgören
    Dc: denizci cakabey
    is: iç ses

    Asi: siz, kahverengi montlu arkadaş kalkar mısınız?
    is: ulan ben mi yoksa. Yok mu sağda solda bi kahverengili. Aha arkada da yok. Şimdi sıçtık. Görmemiş gibi yapsam. Olmaz herkes bana bakıyo. Kalkacaz artık çaresiz. Ulan amma da kalabalıkmış oturduğum yerden bu kadar görünmüyodu.
    Asi: isminiz nedir?
    Dc: .....
    asi: öyle mi. Bak şimdi aklıma bir fıkra geldi onu anlatayım
    is: ismimle ilgili fıkrayı anlatıyo. Anlaşıldı iyice maymun etcek bizi. Allah'ım nerden geldim buraya, eve gitcektim ne güsel. Herkes gülüyo, ben de gülüyomuş gibi yapayım bari.
    Asi: söyle bakalım ..... bir meyve olsaydın ne olurdun?
    is: hadi buyur buradan yak. Ne diyecem şimdi. Kavun, karpuz, elma, erik... seç bi tane çabuk.
    Dc: vişne
    is: ne dedim lan ben. Vişne dedim dimi. Bi yanlışlık olmasın sakın
    Asi: neden vişne peki?
    is: ulan sorgumuz ahiretten önce dünyada başladı. Ne cevap vercem ben buna şimdi. Vişne demiştim dimi.
    Dc: hem şekli güzeldir, hem de tatlıdır.
    Asi: sana vişne diye kiraz satmışlar galiba
    is: niye gülüyo bu gene. bi dakka ya. Vişne miydi tatlı olan. Bunlardan biri ekşi, biri tatlıydı. Vişne? Kiraz? Karpuz? Beynim durdu...
    Asi: peki ..... teşekkür ederiz. Oturabilirsin
    is: aha işte dekan da buraya bakıyo. Ziraat fakültesinde vişneyi, kirazı ayırt edemeyen öğrenci. Nah biter olum bu okul artık.

    Adam yapacağını yaptı. Ama rahat durduğu yok ki. Arada yine sokuşturuyor:
    -adam 1000 lokanta dolaşmış, ben olsam belki 10'da pes ederdim, denizci cakabeybelki 100'de.

    Konferansın sonunda kitaplarında birini eline aldı, biraz tanıttıktan sonra da:
    -bu kitabı da denizci cakabeye armağan edelim, onunla çok uğraştık, dedi.

    Kızmadım. Güzel insan gönül almasını da bilir. Kitabını imzalayıp bana hediye etti. O güne kadar bırakın imzalı kitabı, yazarını yakından gördüğüm bir kitabım olmamıştı. Yakından gördüm. Yakından da, uzaktan da *iyi insandır.
    49 ...
  2. 4.
  3. belki fazla iyi niyetliyim ama bu adam gerçekse -ki katıldığım konferanslarda gayet gerçekti kendisi- böyle insanların varlığını bilmek bile insanı rahatlatıyor. kendisini çok seven bir arkadaşım sayesinde okulumda verdiği bir konferansta tanıştım kendisiyle ve bir bakmışım kitaplarının çoğunu okumuş, müptelası olmuşum. öyle sıcak, öyle alçak gönüllü ki şaşırtıyor karşısındakini. bugünde bir konferansına daha katıldım. özellikle "süpermen ve uğurböceği" adlı kitabını lütfen okuyun. kitabında anlattığı, konferansta da yer verdiği bir hikayesi var. gerçek bir hikaye ama adlar ve yer tam aklımda değil idare edin ve kitabı alın.
    doktorun birine bir gün köyünden bir telefon geliyor. köydeki yaşlı bir teyzenin hastalandığını ama maddi durumunun iyi olmadığını söylüyorlar. doktor hemen köyden getirtiyor bu teyzeyi tahliller yapılıyor, teyze hastenede yatıyor, tedavi ediliyor ama parasız yapılıyor bu işlemler. teyze iyileşiyor. köyüne geri dönüyor. aradan zaman geçiyor.bir gün doktor hastanede iken ziyaretçisi olduğunu söylüyorlar "ama kılık kiyafeti kötü bir bayan" diyorlar. doktor da hemen gelsin diyor hastalanan teyze geliyor içeri elinde bir küçük gazete kağıdı var doktorun gözlerine bile bakamadan " kusura bakma oğlum, elimden bu geldi diyor" ve hemen çıkıp gidiyor. doktor kağıdı açıyor içinden iki tane çifte kavrulmuş lokum çıkıyor. sadece iki tane lokum hediye getirmek için o yolu gelmiş teyze...
    18 ...
  4. 76.
  5. bu gün pamukkale üniversitesinde vermiş olduğu "süpermen türk olsaydı" sempozyumuna katıldım. gerçekte de videolarında ki kadar komik ve güzel bir üslubu var. bana gerçekten çok şey kattığını düşündüğüm bi sempozyum oldu. katılma şansı olanlara şiddetle tavsiye ederim.
    11 ...
  6. 14.
  7. kuleli askeri lisesi mezunudur. öğretmen üsteğmenken, ordudan ayrılmış kişidir.

    bir sunumunda ilkokul, lise, üniversitedeki asıl olması gereken eğitimi minimize bir şekilde anlatarak bize gösteren kişidir. kesinlike okumanızı öneriyorum, o kadar uğraştım hem. *
    --spoiler--
    sınavı hazırlamak benim altı ayımı aldı. beş dakika sürdü sınav, ben ama altı ay üzerinde düşündüm; ya "bunu sorayım mı, bu mu?" falan. beş soru internette dolaşıyor; geçenlerde tufan yolladı bana "hocam internette dolaşıyor" diye. "amerika'lı profesör yaptı" diyorlar, bir yıldır dolaşıyor. ben sınavı üç buçuk yıl önce yaptım. iki tane soruyu söyleyeyim size, sadece iki soruyu. beş dakikada bitti sınav. "organizasyonun bütününü görebilme" diye bir madde vardır. işletme fonksiyonları, ar-ge, finans, insan kaynakları, pazarlama, ar-ge neyse. "kesin soracağım ona göre" dedim hepsi ezberlemişler. soru şu: "soruyu büyük bir dikkatle okuyun" kalın harflerle yazıyor; "birazdan sorduğum soruyla, sizin gerçekten herhangi bir şeyin bütününü görüp, göremediğinizi ölçeceğim, ona göre" diye kocaman yazdım. ingilizce yapılıyor sınavlar. soru şu:
    "jeniffer'ın babasının beş kızı vardır.
    a)lala
    b)lulu
    c)lele
    d)lili
    e şıkkı "mantık sırasını sakın kaçırmayın" dedim, "babanın mantık sistemini sakın kaçırmayın ve beşinci kızın adını e şıkkına yazın." birkaç öğrenci "jennifer" yazmış. soruda diyor ki: "jennifer'ın babasının beş kızı vardır." çocukların hepsi "lan bu ya lolo'dur ya lölö'dür" direk böyle, "lolo-lölö" sınavdan sonra bizimkililerden bir çocuk geldi. çok çakal bir tip "hoca" dedi ya, "bu ne sınav herkes onu konuşuyor, ben tebriğe geldim." -sağol. sen? "hocam, o kadar saf değiliz." dedi. dedim "ikinci soruyu naptın?" döndü, "ingilizce'de 'ö' harfi yok 'lolo' olacak değil mi?" amcam çözmüş olayı; o kadar da emin ki "'lolo' değil mi?" diyor. dedim "lolo, evet"

    beşinci soru, elli puanlık soru. final sınavını düşünün ve elli puanlık bir soru düşünün. iletişim sorusu, "kesin soracağım" dedim. kitapları okumuşlar, ezberlemişler; alıcı varmış, verici; mesajlar kodlanıp gidiyormuş, geliyormuş falan filan. çocuklara onu anlatmışlar; dürtü, ikilem, güdü-müdü... ezberletmişler. iletişim sorusu şu:
    "beş yıldır bu okulda öğrencisiniz. beş yıldır sınıflarınızı temizleyen, benim her sabah kapıda gördüğüm, müstahdem bir hanım var. adı-soyadı burada kocaman yazıyor. soyadını yazmanıza hiç gerek yok, sadece adını yazın." sınıf şok. biri elini kaldırdı
    "hocam, ben yanlış mı anladım?"
    "nedir?"
    "yani" dedi "şimdi o kadının adı hatice'yse; şu anda ben buraya hatice yazarsam final sınavını mı geçiyorum?"
    "bak" dedim "ne kadar basit. yaz hatice'yi geç sınıfını."
    dışarı çıktım; içeriden konuşmalar geliyor:
    "beyler kadının adı ne? beyler, kadı... beyler bak bilen, lütfen arkadaşlar elli puan ya. arkadaşlar, kimse mi bilmiyor? beyler kağıtları bir gösterin, bakalım." ben dışarıda duyuyorum bütün konuşmaları. çıkardılar kağıtları, kimsenin kağıdında kadının adı yok. "beyler, hocaların adını biliyorsunuz, kızların adını biliyorsunuz beyler." sınav oluyoruz zannediyorlar, ders alıyorlar içeride; ben dışarıda bekliyorum; konuşmalar kesildi, ben girdim içeri, "bitirenler versin" dedim. zaten beş dakikada bitti sınav. verdiler kağıtları; sınıftaki ukraynalı, çin'li türk, kıbrıs türk'ü hiç kimse o kadının adını bilmiyor. tek bir öğrenci, ne yazmış kağıda biliyor musunuz? hem de beni ikaz ettiler bu çocukla ilgili, "hocam şöyle adam olmaz, böyle kavgacı..." ne yazmış kağıda biliyor musunuz? "battı balık yan gider" allah allah şimdi o soru "battı balık yan gider." türkçe "hocam, benim ingilizcem, şimdi anlatacaklarıma yetmez. ben o yüzden türkçe yazıyorum" demiş. "not vermeyeceğinizi de biliyorum." çünkü yönetmeliğe göre türkçe yazdığı an sıfır puan, cevabı doğru yazmış olsa bile sıfır. "hocam, önce size çok bozuldum niye biliyor musunuz? ne sorsanız iletişimle ilgili benim cepler dolu hocam şu anda" diyor. "ben cepleri doldurdum" diyor. "ne sorsanız çıkarım yazacaktım. ben ingilizcenin 'i'sini bilmem hocam" diyor. ingilizce eğitim verilen bir koleji bitirmiş, ingilizce eğitim verilen bir üniversiteyi bitiriyor. "hiçbir ingilizi anlamam, hiçbir metni anlamam, seyrettiğim hiçbir şeyi anlamam. sınavdan önce sorarım arkadaşlarıma on-on beş yıldır. 'bu herif ne sorar?' derim, söylerler, çizerim onları, koyarım cebime, sınavda da çizerim, çıkınca atarım çöpe, giderim. hocam, önce sana çok bozuldum, sınıfta kalıyorum çünkü. sonra bir şey fark ettim. hocalardan hangisinin adı sor yazarım; memleketini, futbol takımını sor yazarım. çünkü çıkar ilişkim var." diyor. "hocam, o kadını ben sekiz yıldır görüyorum, bir kere suratına bakmadım. ben öyle bir adammışım ki..." yazmış oraya "çıkar ilişkim yoksa, insanların suratına bakmıyormuşum. hocam sana bir söz..." demiş. "bu sınavdan çıkıcağım, iki ay daha bu okuldayım. gider gitmez o hanımın adını öğreneceğim. iki ay içeri girer, çıkarken gözlerine bakarak, adını söylerek, 'günaydın-iyi akşamlar' diyeceğim. hocam sınıfta kalıyorum ama sağ olasın" demiş. yönetmeliğe göre not veremezsiniz; zaten cevabı da bilmiyor. elli üzerinden elli aldı ve sınıfını geçti. ben kadının adını sormadım. o öğrenmesini istediğim şeyi öğrenmiş.
    --spoiler--
    10 ...
  8. 5.
  9. şu hortumlu dünyada fil yalnız bir hayvandır gibi çok güzel bir kitaba sahip yazardır. şiddetle okunması gereken kitaplardandır.
    10 ...
  10. 12.
  11. izgören&akın danışmanlık şirketinin sahibi ve elma yayınevi'nin yönetim kurulu başkanıdır. 12 yıl tsk'da üniforma giymiş, üsteğmen rütbesindeyken istifa etmiştir. kitaplarında "bu kitabı okudunuz ve beğenmediyseniz iade edebilir, ödediğiniz ücreti yayınevimizden geri alabilirsiniz" şeklinde bir uyarı vardır.

    gerçekten de iade edildiği bizzat doğrulanmıştır. kendi yayınevinden çıkan -onun olmayan- bir kitabı ankara'ya gittiğim bir gün yayınevine götürdüm. amaç iade edip kendisinin avcunuzdaki kelebek isimli seminer görüntüsünün bulunduğu vcd'yi almak ve yayınevlerini ziyaret etmekti. kapıyı açan güler yüzlü gence iade için geldiğimi söyledim. gülümseyerek beni içeri davet etti. yine gülümsemelerle uğurlandım.

    lâfın kısası, bu sefer elin gavuru değil, taa içimizden birisi yapmış.
    9 ...
  12. 77.
  13. hayatım boyunca kitaplarını zevkle okuduğum konferanslarda eğlendiğim nadir insanlardan birisidir. yanılmıyorsam harbiyeden ayrılıp kendi şirketini kurmuştur. umarım bi tanışırız.
    9 ...
  14. 78.
  15. kişisel gelişim uzmanı olmadığını iddia eden duayen kişilik. "hıdır kişisel gelişiyor." kitabının okunması şiddetle tavsiye edilir. bu güne kadar uyuduğunuzun farkına varmanız için gereklidir çünkü.
    7 ...
  16. 37.
  17. şerif izgören anlatıyor: “bir toplantıya gideceğim. baktım geç kalma ihtimalim var, bindim bir taksiye, muhabbetçi bir arkadaş. o anlatıyor ben dinliyorum. tam işyerinin önüne geldik. ankara’da bakanlıklar…

    diyelim ki, taksi parası 9.75 tl. tuttu, ben 10 tl. uzattım. hani hepimizin yaşadığı sahne vardır ya, taksici üstünü arıyormuş gibi yapar, siz de para üstünü alabilmek için bir ayak dışarda, inmemek için debelenirsiniz. tam o sahne olacak…

    şoför, “para üstü var mı?” diye aranmaya başladı.
    - üstü kalsın kardeşim, dedim. döndü bana doğru:
    - vaktin var mı ağabey? dedi.
    - evet, dedim tek ayağım hala dışarıda…

    dörtlülere bastı, trafik dört şerit akıyor, indi araçtan. önde bir büfe var. gitti oraya, bir şeyler konuşup geldi. bana 25 kuruş uzattı. belli ki para bozdurmuş.
    - birader, dedim. 9.75 değil,10.50 yazsa ister miydin 50 kuruş benden?
    - ne alacağım ağabey 50 kuruşu…
    - peki, niye gittin 25 kuruş için o kadar uğraştın. üstü kalsın demiştim.

    döndü bana, attı kolunu arkaya:
    - vaktin var mı ağabey?
    - var.
    - çek kapıyı o zaman… muhabbetçi bir taksici ile karşı karşıyayız. beş dakika konuştuk. ingiltere’de profesörden, bilmem kiminden eğitimler aldım. o taksicinin 5 dakika da öğrettiklerini, ingiliz hocalar haftalarca verdikleri derslerde öğretemediler.

    - ağabey biz keçiören'de beş kardeşiz. babam rençberdi benim. günlük yevmiyeye giderdi; artık inşaat falan bulursa çalışır gelir, o gün iş bulamamışsa biz eve gelişinden, yüzünden anlardık. durumumuz hiç iyi olmadı. akşam yer sofrasında yemek yerdik. yemek bitince babam bize, “durun kalkmayın” derdi. önce dua ederdik, sonra babam bize sofrada konuşma yapardı.

    “aha!” dedim, “bizim meslek”, seminerci… sordum:
    - ne anlatırdı baban?
    - hayatta nasıl başarılı olunur?

    o gün inşaata çağırmazlarsa eve para getiremiyor, sonra çocuklara “hayatta nasıl başarılı olunur teknikleri” anlatıyordu.

    - babam işe gidince büyük ağabeyimiz onu taklit ederdi, delik bir çorapla pantolonun ceplerini çıkarır, dört kardeşi karşısına alıp, “dürüst olun, evinize haram lokma sokmayın” diye anlatırken, biz de gülerdik. annem kızardı, “babanızla alay etmeyin. o, hem dürüst hem de çalışkandır” derdi.

    yan evde iki kardeş var, onların babası zengin. babaları birahane işletiyordu ve adamda her numara vardı, kumar falan oynatırdı. bizim, yeni hiç bir şeyimiz olmadı, hep o ikisinin eskilerini kullandık. o amca mahalleden geçerken biz, beş kardeş ayağa kalkardık, çünkü bize bahşiş verirdi. babam eve gelince ayağa kalkmazdık. çünkü hediye, para falan hak getire…

    ağabey, biz babamı kaybettik. altı ay içinde yandaki baba da öldü. yandaki baba, iki çocuğa beş katlı bir apartman, işleyen birahane, dövizler ve araziler bıraktı. bizim baba ne bıraktı biliyor musunuz?
    - ne bıraktı?
    - bakkal veresiyesi ve konuşmalarını bıraktı: “evladım işinizi dürüst yapın, hakkınız olmayan parayı almayın..." falan filan. ağabey, aradan on beş yıl geçti, diğer iki kardeş cezaevindeler, ne ev kaldı ne birahane. ailesi dağıldı.

    biz beş kardeş, beşimizin keçiören’de taksi durağında birer taksisi var hepimizin birer ailesi, çoluk çocuğu, hepimizin birer dairesi var.

    geçenlerde büyük ağabeyimiz bizi topladı ve dedi ki: “asıl mirası bizim baba bırakmış.” hepimiz ağladık. beş kardeş taksiciliğe başladığımızdan beri, taksimetrenin yazmadığı 10 kuruşu evimize sokmadık. her şeyimiz var allah'a şükür…

    çok duygulandım, veda ettim, tam ineceğim:
    - dur ağabey dur, asıl bomba şimdi.
    - nedir bomban?
    - nerede oturuyoruz biliyor musun? o iki kardeşin oturduğu beş katlı apartmanı biz aldık. beş kardeş orada oturuyoruz, dedi.

    anladım ki, evladınıza ne araba bırakırsınız, ne ev, ne de başka bir miras. evlada sadece değer kavramları bırakırsınız. bakın iki baba da evlatlarına değer kavramları bırakmışlar.
    7 ...
  18. 9.
  19. 'Şu hortumlu Dünyada Fil Yalnız Bir Hayvandır' gibi muhteşem bir kitap yazmıştır.Gece uyumayıp onu okumuştum.Çok güzeldi.
    7 ...
© 2025 uludağ sözlük