Çünkü gök sıkıntıyla ağar
rüzgar buruşur, bir yaprak düşer
ve kaçıyordur solgun mavilikte
maviler ve al geyikler.
işte altın ve kara akıntılar:
analar, yitirilmiş resimlik
yoksulluk, o korkunç kadın.
Susun, tümünün anıldığı gündür
kara yağmur ve ebem kuşağı
usulca bütün erkekler ölür.
Kıpırdamasın insandan gelen sesler
kamyonlar devrilir dağ yolunda.
Rehincide kalan bir gümüş saat
emanetçide unutulan bavul
geçip giden gök taşlarıdır
havadan ve selüloit mavilikten.
Ey mermeri bozuk yalnızlık
sanki kutsal bir avdır suskuda
ve bir yakut parıltısıdır artık.
Çünkü gök kanla ağıyordur
soluk soluğa atan bir damar
kalbinde hırçın denizin
ve toprağın nabzında
unutulmak gibi bir şahdamar.
Ürperir aynı rüzgarla
darağacı, çarmıh ve çiçek
sussun yatakların fısıltısı
avuçlarda parıldayan kehribar:
ekmekli, zincirli ve başları eğik
kadınların erkekleri geçiyordur.
Ve üzgün deltası kısacık ömürlerin
bir albüm, bir şarkı, bir çocuk.
Hangi doldurulmuş hüznün yakutu
çocukluk defterlerince soluk
ki savaş alanlarında parıldar
bütün koruluklardır ay ışığı
ey ulaşılmayan dayanak aşklar
elleri kanatan kesici ağıt.
Hep unutuştur akılda kalan
sıçrayan, yenilen ve ölen geyikler
derdin eksilmediği kalem ve kağıt.
Kısa ve kesin bir sözdür erkekler
ispanya'da "Non Pasaran"
kızaran kilise çanları
katedrallere çöken gölgelik
italya'da "Mamma Mia"
işte avuçların dünyayı duyduğu kayalar
sarkık bir bıyık Meksika'da, "Viva"
Nehirler kurur, susar aşk
ve en katı sözdür erkekler
kıraç ve yoksul Anadolu'da.
Büyük ve yeniktir erkekler
söz dinlemez serüvenci çocuk
su şırıltısında sayıklayan hasta
ve deli bir sevgilidir sabaha kadar
bulgulu, korkunç ve utançla.
Yararsız bütün leylak ağaçları
hiç bilmiyor erkekler
doğan ve ölen çocukların hüznünü
çünkü daha önceden ölürler.
Çünkü gök ağıyordur kanla
hep yenik yıldızlar vardır
anı defteri, kum saati, savaş alanı
bir yüz
işte o kandır.
Ey ışığını dağıtan kristal
ölümsüzlük, ele geçirilmeyen gömü
ayışığı denizle kendini sürdürür
işte her şey geçip gitmede
usulca bütün erkekler ölür.
Çok az şey saklamışım yaşamımda;
ne bir fotoğraf var ilk aşklardan
ne bir mektup,
dostlardan beş on tane;
şunları yazmış Stockholm'den
Demir Özlü 1983'te :
"rahmetli Çiğiltepe'nin oğlunu gördüm
geçenlerde Helsinki'de,
sürüyorum geçmişin izlerini"
Hangi izlerin peşinden gittim ben
içimde bir mahşer beklentisi ?
Çok az şey biriktirmişim yaşamımda ;
hiçbir andaç yok babamdan,
verdigi mineli çakmağı
unutmuşum bir Amerikan Bar'da ;
ah umursamaz gençlik!
Sımsıkı tutsaydım şimdi
avucum ısınır mıydı acaba ?
Yığınla not var ama masamın gözlerinde :
şöyle "Üç Kör" başlıklısı: -Homeros,
Milton, Borges-. içgörü üzerine bir şiir
yazacaktım belki de. işte bir başkası :
"Yolculuk" : -Odysseia, Moby Dick,
Karanlığın Yüreği-
Belli : Çıkış ve Varis ya da
Baslangıç ve Son takılmış kafama.
Demek ki yetişemiyor insan
ne yapsa kendi tasarısına.
Kitaplardaki kenar notlarında kalacak
benim ardımda bıraktığım iz,
anonim bir kimlik olacağım ;
bir sahaf dükkânında yıllar sonra
satılmış kitaplarımı karıştıran okur
bilemeyecek
satırların altını benim çizdiğimi,
geçmişe ve geleceğe karışa karışa.
ithaf sayfalarını da yırtmalıyım yavaş yavaş;
yığınla düş kırıklığı, yanılış;
yüzünü görmediklerim var,
yazdıklarını sevmediklerim.
Küskün ölenler oldu bana,
kimlere küskün öleceğim
ben acaba?
Bir çığlığın içinde yakalıyorum seni
Kaç kez istanbulsu,
Parıldayan, ısıtan, yakan bir alev gibi.
Üstünde uzun, pis, yalnız sokakların yağmuru..
Odaların, merhabaların, gülücüklerin sıkıntısı
Tramvayların, vapurların sıkıntısı
Yitmiş aşkların, yitecek aşkların
Aynı vazoların, aynı öğütlerin, aynı yasakların sıkıntısı.
Yakalıyorum, öpüyorum, avutuyorum.
Karanlık etini kemiriyor,
Vaktimiz kısa,
Düşlerimizi kolluyorlar durmadan
Durmadan kovuşturuyorlar
Mendilimi ıslatıp alnına koyduğum
Suyundan içtiğimiz hayat çeşmesi,
Yalnız-geceler boyu uzanan kadını bakırlarda
Durmadan horluyorlar.
Geyiğim, saklım benim
Bakma arkana, ne olur, aldırma
Onulmazlığımızdan büyük yapılar kurduk
Horlandıkça aşkımız, derya.
Vaktimiz kısa,
Karıncalara, rüzgarlara, sulara dokunmak
Uyanan toprakları bilmek gerekiyor.
Ormanlar görmüş dolunayın tılsımını
Ağlamayı unutmadan
Dövüşmeyi bilmek
Tırnaklarınla tutunmayı bilmek gerekiyor
Sağılandığımızı, kollandığımızı bilmek gerekiyor
Kapa tunç, kapılarını gece
Soğuktan, kırgın, parasız milyon kişi.
Geyiğim, saklım benim,
Ölüm dayanmadan kapıya
Sev, öp, yitir beni..
Siyahın gezginiyim: Her gün daha derine
Yanar akşamla caddede vebalı lambalar,
Bezgin, sıkıntıyla bakar herkes benzerine;
Redingotlarıyla mumya gibi otururlar
iş yerlerinde, kahvelerde. Ve akar zaman.
-Birden söner uzak bir yıldız gibi yaşaman-
Demek isterim, alımlı kadının birine.
Çünkü kanar "bir mezarda bırakılan aşklar":
Adrianne! Jenny! Yıllardır bakir bir dulum ben,
Avuntu bilmez. Nafileydi tüm yolculuklar
O arayış: Kara güneş içimdeydi zaten.
Gittim harfin ve sayının bilinmez ucuna:
Ölü yüzüm çekilmişti gecenin burcuna,
Korkmadım sokağa hapsediyorken kapılar.
Adoniram! Hançerle sınandı ustalığın
Ve açıldı gül gibi Toht Kitabı'ndaki giz:
Herkes iki'dir. Ben kimin öteki adıyım?
Söyle: Bulmak mıydı amacın ey yitik ikiz.
"içimizde bir oyuncu, bir seyirci yaşar"
Ve "akıl ürünleri delilikten de çıkar"
Kazıyınca pıhtısını o yıkık zamanın.
Melek gülümsemiyor artık Öteki Anam,
Çekil! Çünkü "siyah ve beyaz olacak gece."
Ulaşır mı yaralı hayvan gibi bağırsam
Sesim bencil, sevgisiz, muhkem ev içlerine?
Onulmazım. Çağcıl kentin yabanıl yitiği.
Tek giysim vebalı ışıklarla melankoli,
Bir redse kurtulmak bile istemem yazgımdan.
iki'yim: Yakalandım sokakta çırılçıplak
Ve giydirildim başkalarının sözleriyle.
Ah! Karanlığa giren görür beyazı ancak,
Hangisiyim? Biliyorum kimin gözleriyle?
Ne yapsak silinmiyor ruhtan geçmişin izi
Yaşamak kadar ölüm de çağırıyor bizi,
Geçiyorum sokağı fenerle konuşarak
işte bir ses geçiyor sıkıntıdan
baksam pencerede yağmur da var,
hani saçlarını ya da göğsünü
çok ince bir hüzünle bezeyen.
Oyuncaklar da var yalnızlıktan
bir parkta ölümü güzel kılar,
hani sarmaşıkça uzandığın yatakta
durmadan aşıladığım sana.
Hayır yaşamıyor suda o balık,
bir yanıltı daha çiçek aldığım.
Herkesin bebeği var odalarda
ölüme ve daha sıkılmak için.
Uzayan sakalım sabaha kadar
uçup giden bir kuş koynundan,
belki yanında bile olmadım.
Eğildiğin sular da yalan
salınıp duran gemilerle aldanma.
Demiyorum hiç mi olmasın kokun, o yatak.
Ben umutsuzluğun domino taşı
şimdi açım, suskunum bak.
Hele bir çağırsın kanın türküsü
hele bir kıpırdasın kumsalda
ağları ve renkli balıklarıyla halk,
silâh tutarım dağlarda.
Bu oda emanet, hadi uzan,
şimdi ellerim de çok nazlı
bir karanfille kanar.
Sunduğum bu yalnız, çocuk ülke,
bak, gece de göğsümde çok ağır,
şaşkın değilim ama silahımı yitirdim.
Gelsin leylâkların açma zamanı
mümkün silâhımı halkımla bulmak.
Hadi uzan özlemim kadar,
bulutlar gidiyor, şimdi işim
çoğaltıp gölgeleri kullanmak.
Ey kalp!
gece olsun,
vehmi ve cinneti emziren -Avcundadır
çocuğun ve delinin,
Allahın eli-
layemut gece -Gezginin saatidir ki
titreyen kandilin nurunda
arar kendi yazısız taşını
her mezarlıkta
Derunumda
ağır ağır kurudu kırmızı zakkum,
karardı sebilin mermeri
ve gizlendi bu belleksiz zamandan
sönen bir yangın gibi
kûfi.
Ezelden beri mi göçüyorum ben?
Her hayal
kalbe döner
ve vurur bir eski
saatin sesiyle:
-Bana gel.
Kimdir ki o ben,
mevsim
bir yaprak ırmağı gibi
akıp gider içinden
Ey gözüne tuzla sürme çeken Şıblî !
Başka dudaklar da var
zikrla tara olan.
iblis
ve iğva beni uyutmayan
Ürktüm bu yüzlerden -Bu kadın yüzleri
ki güzellik
saptırır imanı
-örtünmelidir-
Mangalın korunu avcuna koy da
hatırla:
nasıl unutmuştu 20 yıl Kur'an'ı
ibnü'l Cella
Yine de
tene yöneldim. Püsküren
bir yanardağ gibi
lav akıttım her yanımdan
öleyim diye isteğimden önce
Seyret beni Adem,
Seyret beni Doktor!
Her göz başka bir hayatın vampiri
Yaşım 27 -insan
kökü çürümüş çınar gibi
apansız ihtiyarlar-
Azaltmıyor, azaltmıyor
müezzinin sesi
göğsümdeki kederi
Veronal ve lüminal. Naylon
ve plastik
kent ve çöl
Dün geceydi yandım
"yaşayan sağlam delile
dayanarak yaşasın"
diyen ayetle
Ey Rab
çürük benim delilim
Nereye ait ki
bu hicranlı suret?
Bu gözler
çoktan kesti dünyayla o karanlık
sohbetini.
Satranç ve dil
yeniktir ezelden
Bakıyorum pencereden
sırtımda patiska bir gömlek
ve avcumda
Allahın eli,
yerin en dibine
Gecesel bir yer altı sesiydi
kehanet fısıldaşmasındaydı kökler, kemikler;
açıkta lüfercilerin parıldayan
lüks'leri. Av vakti, o tedirgin
kaşılıklı bekleyiş; gövdemdi sanki
oltadan ışığın yalımına kapılan.
Yanılsamalar ve aldanışlar.
Beklediğim inmedi trenden
bir söylen olacaktı dönüşü;
kara büyülere çarpılmaya hazırdım
dönsündü yeter ki.
Oysa kıpırtısızdı istasyon;
öyleyse kırmızı bir mendille
kimdi el sallayan geçen akşam?
insanın gurbetleri içinde;
sürgün yeri bu yüzden tanıdık
ayrıldığı günkü gibi dönüyor kişi.
Gide gide, yata yata bitmeyen
yol değil, zindan değil;
bedenin ve kırılgan sözlerin
bahçıvanın budadığı dalın
suladığı fidanın içinden geçen
o karanlık menzil.
Ezberimde tüm zulümler
belleği öyle beslemez
çünkü aşklar.
Sevgililer! Bazılarınızı unuttum
burnumda tütüyor bazınızın kokusu.
Terk edilmenin acısı dinliyor, aldatılış
gülümsetiyor: parmakların arasında
buruşturduğum hercai menekşenin
o tuhaf hışırtısı.
Vahşet vahşetle açıklanmalı.
Tazeyken yanık et kokusu
kılınabilir mi beş vakit namaz?
Hangi kösnü, hangi düş, hangi dua
unutturabilir toplu mezarları?
Kardeşler! Çoktan verdim
vereceğim filizi. Gittim gideceğim
yerlere; döneceğim yerlerden
döndüm. Yol alırken değiştirdi
görüntüleri, biçimleri, çelik
keskisi zamanın ve güzergâhın.
Kazınıyor anılar, bir gül
sesiyle birbirinin üstüne;
son eskinin, artık unutulmuşun
bir yorumu en yakın katmandaki
yara gibi taze anı.
Anımsadıkça bilecek insan
neyi unutmaması gerektiğini.
Pavese, Malcolm Lowry. ikizlerim.
Gece de sonsuz değil,
kötülük de. Ben de denedim.
Lav fokurdarken, gidip geldim
delilikleri. Bin vampir besledim
şuramdaki inde. Sövdüm
ve şehvetle öptüm her Meleği;
ah! Bilemedim.
Kaç kişiyiz kendimizde
Karabasanlar yaşattım
beni sevenlere,
bir hataydım, besbelli.
içimdeki ölümden
içimdeki ölümden
içimdeki ölümden ürettim her şeyi.
Yarım bir aşk, yarım bir dudaksın
sıkıntılı ikindi yağmurlarında
her yeni erkekten sonra daha erkeksin
tuzlu inciler dolu
kuş uçmaz mavisi gözlerinin.
Işıklara çarpıyorsun sokağa çıksan
şehrin korkusu büyüyor pencerelerde.
Avuntusu yok erkekli yatakların
ne olur gitme
daha kaybolacaksın.
Bir yanın şarkılar
kan tutmaları öbür yanın.
Gülerken iki kadeh arasında
nasıl ağladığın anlatılmıyor.
Ne olur
bu kadar kendine saklanma.
Sen kapalı, mahzun odalarda
kırık oyuncaklara karşı bir çocuk.
Ürperiyorsun denizin çığlıklarını duydukça
dudakların kaskatı öpüldükçe neden?
Kaç ölüm tasarlıyorsun çıkmazında
belli, yoruldun kendini denemekten.
Sonbahardan sonra ağaçlar
Hep duman açar Ankara'da
Saksılarda yeşil bir yalnızlık
Uzayıp gider ev tutsaklığında
Kış boyu rüzgârsız ve çiçeksiz
Ne gün kalır güneşin yüreğinde
Ne şafak ne sabah
Kar altında dilsiz ve sessiz
Bir tohum gibi bekler baharı
Taş üstünde topraksız çaresiz
Sonbahardan sonra Ankara'ya dair
Hep aynı sözler söylenir
Ama yağmur
Yine utanır yağarken
Kar yine yağmadan kirlenir
Sonbaharda sonra Ankara'da
Yalnızca kuşların isyanı vardır
Bakarsınız bir akşamüstü
Bütün ağaçlar kuş açmıştır
Ve gökyüzü meydanında
Kuş dilinde bir miting başlamıştır
Bir çığlıktır artık yaşanan
Sözcükler yetmez anlatmaya
Notalar fırçalar susar
Çünkü mitingden sonra kuşlar
Kırıp kanatlarını
Ankara'ya ölüm bırakırlar.
Çalışma masamın üstünde günlerdir:
Eski bir madenci lâmbası. Yerdeydi
nerdeyse üç yıldır. Neden göz önüne
getirdim bu tuhaf gereci? Bir simge mi
aranıyordum, bir göçüğün önsezisi mi
yeşermişti içimde? Zonguldaklı şair
Lütfi Fikri, -Fikri Lütfi miydi yoksa ?-
armağan getirmişti. Adlar! -Kişi, kent, kitap
fark etmez- ; turnusol kağıdıdır belleğin,
onlar da ihtiyarlıyor ve bunuyoruz.
Sürgün kitabımdaki üç dize için
tepilmişti onca mesafe: "Madencinin lâmbası
ve kandili Ozan'ın
aydınlatsın yolu".
Ben de bir şaire ulaşmak üzre
binmedim mi gece otobüslerine?
Çalmadım mı Şişli'de bir bodrum
katının kapısını? Göğsümde
inanılmaz bir panik.
Aydınlattı mı yolu lâmba ve kandil?
Aydınlatabilir miydi? Yarınlarda
yanıt, benim bilemeyeceğim.
Yine de tutuk dilimde
söküldükçe açan alevsi bir çiçek var:
herkesin düşlerinden devşirilmiş,
ve karabasanlarından.
Yaslıyım bir ölü evi kadar ve dudaklarımda,
bir gelinin gülümseyişi.
Bir madenci lâmbası işte. Sayılar ve tuhaf
harfler üzerinde: 19 ve C 249 D. Bir alt
satırda 24 yazıyor. Gizemli aidiyetler: Kuyu,
ekip, madenci ve lâmba. Kişinin silindiği
yerler .Kuyudan kuyuya dolaşıyorum
en olmaz vakitlerde. Vuruyorum korkuyla
damarlara kazmayı ve kalıyorum
geçmişin göçüklerinin de altında.
Bir lâmba. Nedir onu Keats'in
"Yunan Vazosu"ndan ayıran? Sır
nerde, ölümsüzlük nerde? "Güzellik
gerçek, gerçek de güzelliktir" demişti Keats.
Günlerdir dinliyorum, dokunuyorum
metalin soğuk gövdesine ve konuşsun diye
bekliyorum benimle
yoksulluğun kalbi.
Bilmem sordu mu bunları kendine
boğazı düğümlenmiş ve alnı siyah
Zonguldaklı kardeşim;
bekledi mi gerçeğin ve güzelin yanıtını
taşların ve köklerin içinden?
Hocan Bedri Rahmi
-renkli güneşler
bir iki kalın sözlük
nakışlı veremler
ve doğurgan aşklar yerdi bir oturuşta-
çok kalabalık bir halk yüzüyle öldü;
haftada üç gün
gezdirirdi sizleri Tophane'de.
Kazıbilim'de çanak-çömlek değil
bayat ekmek ve zeytin
yamalı bir gençlik
sahtiyan bir yalnızlık
bulun diye.
Ne yazık, esrarı
ve trahomlu bir gözün
düşman bakışını ilk tanıdığın yer
Karabaş'ın mahallesinden
tek desen yok defterinde.
Uzat saçlarını gecenin balkonundan
isteğimin çok tüylü suyuna.
Bir orman gecesinde
bir kar gündüzünde,
gördüm nasıl süzüldüğünü
yırtıcı ölüm kuşlarının.
Hadi uçsun memelerindeki güvercinler
hadi cennet ülkeni sun.
Kardeşliğin şarabını istemiyorlar
söyle kaç sofra kaldı kurulu?
Baktıkça içleniyorum fotoğraflarına
yüzlerini öpmüş anneleri ayrılığa benzer
çilekeş kadınlar rüzgârlarına vurgun,
onlar silâhları ve şarkılarıyla
hani şuracığından geçerlerdi
korkularınla kaldığın zaman.
Ölümü en güzel kullandı onlar
bir karanfil dişleri arasından
aşk içinde ulaştırdıkları sana,
cepheden, sürgünden, mapustan.
Sıra bizim, hadi günler bitiyor.
hadi uzat mavi saçlarını
yenik gövdemin üstünden.
"Ne yazıyorsun?" diye soruyor
geçen günkü çocuk: usulca
açmış bir haşhaş çiçeği
çitin yanında. Öğle sonunun
dinginliğinde yankılanıyor
soru. Yaşam böyle apansız
kuşatıyor Sözü: daha yolunu
sorarken yele, kerteriz ararken
geri dönmek için. Çünkü bir yurt
gereksinir söz de: unutulmak
ve yeniden bulunmak üzre. Yazgı bu!
Kovulmuş ve yargılanmış adına
konuşana ne mutlu. Dönecek olan
odur çiçekler içinde; tutuşmuş
ardında yabanıl gece.
Ey kokuya işleyen yazı! Gölgeye
açtığın remilde görünce kendi
suretini, vaktindir bil:
konuşulacaktır zamana karşı.
Sevgili çocuk! Gün
geldiyse şükürler olsun; kaç
ton kalay eritildi; göğsünden
bir düğme açtırmak için
kilitler ermişinin. Bir kitap
bu: belki de senin yazacağın: içinde
titreyip dururken binlerce kandil.
Ey kokuya işleyen yazı! Gölgeye
işleyen yazı! Reddedildin
ve kabul edildin: Korktu Davud Tai
gecenin açıkladığından ve günün
sakladığından; el yazmalarını
suya attı. Su soldu
ve kum çatladı. Ama Gazalî ey çocuk
öldü çölü soluyarak ve göğsünde
Buharî'nin kor kesilmiş kitabı.
Karlı dağı tarttım ve söğütlerin
gölgelediği dereyi. Eşittiler
yeşim taşının oluştuğu ve
bebeğin memeden kesildiği
vakitlerde. Göreli nicelikler
ama kim emin niteliklerden?
Geçti geçen: Anımsamıyorum artık
kimdi ilk seviştiğim kadın? Belirsiz
sarıldığım gövde. Kemikli miydi sırtı
var mıydı öpüşünde yeni sulanmış
bir bahçenin serinliği?
Yitirdim anlamları çoktan;
duyumsuyorum ama çürüyen kökü
aşınan bazaltı, yırtılan
damarını elmasın.
Siliniyorum mevsimlerden
sayfalardan, oyluklardan;
uçucu bir kokuyum sanki.
Dönen de benim ama gecenin
hazinelerine. Giz dolu izbeler, yatak odaları
açık unutulmuş musluklar: Yabanıl
evren kapılarıdır hepsi. Dinlerken
ve düşlerken, geçerim ormanların
ve toprakların karanlığından. Büyütürüm
beslerim hayvanımı. Ten
orda yırtılır ve kıpkızıl kesilir gül.
"Dur gitme! Çok güzelsin" diyeceğimiz
an yok hâlâ. Kara duygulu zamanın
tohumu içimizde yeşeren. Kendisi için
bile havada dağılan bir şarkı
herkesin yaşaması.
Biliyor, yine de ölemiyoruz.
Sararan yaprağında dalın
akmayan çeşmenin kararmış taşında
bir ses tınlıyor masmavi.
Bilici! Sına beni alevinle
ve söyle: iğva mı bu
Baht mı?
Saat beş. Yoğurt vuruyor analar,
akşam
kaçak tütün gibi koyu, yumuşak,
alev almış göçebe bir kurt sesi
kalaysız bakraca, buzlayan ovaya yansıyan,
yok tipiye gem vuran
ve narayı hançer gibi kullanan atlılar,
toprak suskun
anaların güz bahçesi kesilmiş gözleri
zehrini içine akıtıyor çıkrıklar.
Saat beş. Zonkluyor belleğimde
Aksaray yolunda gördüğüm
gülgillerden bir bitki
Şemdinli'de ırmak gibi akıp geçen
yemyeşil sıbyan ölümleri,
alınları dövmeli kadınların
uçurumlardan daha yabanıl
söylediği ağıt mıydı, ninni mi?
Bir pişmanlık mıdır yaşananlar?
Elini bir an suda unutup gitmesi,
bakarken ardından ağbani hırkaların.
insanınkine benzer kederi
yalnız kalan tahta köprülerin.
Gün kaydını düşer çıplak çocuklarla
bellek körelir düşürülmüş bir elmas gibi
kurumuş bir dere yatağında.
Yaralı tavşan ne bırakır ki
ardında kan izinden başka?
Isparta'da koku yapılır gülden
Aksaray'da bıçak gibi yalnızlık
Hakkari'de efsane.
Balkıyan bulutu görür başak
mavilik gülümseyiş gibi titrediğinde,
ben erken ölümü gördüm
Ulukışla'da saat beşte
Yalınayak suya basıyordu bir çocuk.
Beş metre ötemdeki yapıya bakıyorum;
Kaç TNT'lik imgelemi vardı acaba
şirket mimarlarının, Berhava edildi
kokular, renkler. Koruluğun
kaçışan hayalleri. Yüzlerce fısıltı:
yani sır veriş ve yalvarış
gülümseyiş ve öpüş. Öfkeler de
vardı elbet. Aldatıldık, terk edildik
unutulduk da şöyle ya da böyle.
Anımsandık ve kutsandık
Yıllar önceydi. Denize inerken
çamların ve çınarların sesini
dinleye dinleye. Duvarın dibinden
fısıldadı berduşun biri
elinde bir şişe kırmızı Marmara:
"Kuşlar kalmayacak ve tanklar geçecek
ben öleceğim üç bahara kalmadan
bu ağaçların kökünde ve kurtulacağım
selam durmaktan."
uzat saçlarını gecenin balkonundan
isteğimin çok tüylü suyuna.
bir orman gecesinde
bir kar gündüzünde,
gördüm nasıl süzüldüğünü
yırtıcı ölüm kuşlarının.
hadi uçsun memelerindeki güvercinler
hadi cennet ülkeni sun.
kardeşliğin şarabını istemiyorlar
söyle kaç sofra kaldı kurulu?
baktıkça içleniyorum fotoğraflarına
yüzlerini öpmüş anneleri ayrılığa benzer
çilekeş kadınlar rüzgârlarına vurgun,
onlar silâhları ve şarkılarıyla
hani şuracığından geçerlerdi
korkularınla kaldığın zaman.
ölümü en güzel kullandı onlar
bir karanfil dişleri arasından
aşk içinde ulaştırdıkları sana,
cepheden, sürgünden, mapustan.
sıra bizim, hadi günler bitiyor.
hadi uzat mavi saçlarını
yenik gövdemin üstünden.
ÖDÜLLERi
1964 Yeditepe Şiir Armağanı, Her Yüz Bir Öykü Yazar ile
1987 Behçet Necatigil Şiir Ödülü, Yol Üstündeki Semender ile
1991 Türkiye Yazarlar Birliği Yılın Şairi Ödülü, Ağıtlar ve Övgüler ile...
işte bir ses geçiyor sıkıntıdan
baksam pencerede yağmur da var,
hani saçlarını ya da göğsünü
çok ince bir hüzünle bezeyen.
Oyuncaklar da var yalnızlıktan
bir parkta ölümü güzel kılar,
hani sarmaşıkça uzandığın yatakta
durmadan aşıladığım sana.
Hayır yaşamıyor suda o balık,
bir yanıltı daha çiçek aldığım.
Herkesin bebeği var odalarda
ölüme ve daha sıkılmak için.
Uzayan sakalım sabaha kadar
uçup giden bir kuş koynundan,
belki yanında bile olmadım.
Eğildiğin sular da yalan
salınıp duran gemilerle aldanma.
Demiyorum hiç mi olmasın kokun, o yatak.
Ben umutsuzluğun domino taşı
şimdi açım, suskunum bak.
Hele bir çağırsın kanın türküsü
hele bir kıpırdasın kumsalda
ağları ve renkli balıklarıyla halk,
silâh tutarım dağlarda.
Bu oda emanet, hadi uzan,
şimdi ellerim de çok nazlı
bir karanfille kanar.
Sunduğum bu yalnız, çocuk ülke,
bak, gece de göğsümde çok ağır,
şaşkın değilim ama silahımı yitirdim.
Gelsin leylâkların açma zamanı
mümkün silâhımı halkımla bulmak.
Hadi uzan özlemim kadar,
bulutlar gidiyor, şimdi işim
çoğaltıp gölgeleri kullanmak.