savaşın ortasında, bomba yağan bir şehrin, yıkıntılar arasındaki binaların birinin kenarında, kadın, kafasına saplanmış kurşun ile dünyaya veda etmiş kocasının başında ağlıyor, adam kalkmıyor ama.
bebek, dünyaya geldiğinde ağlamaya başlıyor, kıcına vuruyorsunuz, nefes aldığı ilk anda ilk acıyı yaşatıyorsunuz ona, ağlıyor diye seviniyorsunuz. ağlıyorsa herşey normal diyorsunuz. ve bütün yaşantısında acılar eşlik ediyor ona, ve o bütün acılara alışkın yaşıyor. ağlıyor, yarın başka bir iğne saplanıyor yüreğimize, tuz dökülüyor yaramızın üstüne... farketmiyor... geçmiyor çünkü ağlayınca...
niye ağlamayan bebeye emzik yok diyorlar aslında, acı çekmeden hiç bişeyi hak etmiyoruz bu dünyada çünkü...
ama hiç bir gözyaşı çevremizi kuşatan yığınla acının ilaçı değil malesef. geçmiyor üstadım, ağlayınca geçmiyor...
tamamen yanılmaktır. hiçbirşey düzelmez zira ağladıkça. ağlarsın ağlarsın avazın çıktığı kadar, gözünde yaş kalmayana kadar ağlarsın hiç bişey düzelmez, giden geri gelmez.
hayatında ağlamamamış,ya da ağlamış fakat niye ağladığını dahi anlamayacak kadar salak insanların sanrısıdır. ağlamak içindekileri dökmek ve rahatlamak, düşünmeye zaman bulmaktır sadece; evet budur, başka birşey değil.
gözden çıkıp önce yanaklardan süzülen sonra yavaşça çeneye inen ardından boğazı tırmalayan biraz sıkarsa göğüslere ordan da göbek deliğine kadar inebilecek bir şey gözyaşı. şimdi bu uzun yolu almak zor gelecektir elbet ama en azından o yolu izlerken içiniz geçer biraz. huzur çöker. o sözünü ettiğimiz bir şeyler düzelmese de hafifleyecektir biraz.acının biz de yer ettiği alan azalacaktır. niye ağlamazsınız, ağlayın gitsin be.