renklerin kullanımı özellikle çok başarılı olan ortalama bir film. lakin bu filmin bana sorgulattıkları, filmin kendisinden çok daha önemli geldi ki bu sebeple filmi tek satırla tanımladım ve geçtim. spoiler içerebilir, gerçi tam olarak filme dair değil ama sunduğu hayat tarzının algısına dair konuşacağım.
şimdi efendim, özetle bize sunulan fikir nedir? "şehir karmaşası, borsa, para, sahte dostluklar, toz, duman, büyükşehir trafiği gibi değerler insanın gözünü boyar ama esas olan sıcacık bir akdeniz ikliminde, esmer fransız hatun kucağındayken, şarap yaptığın çiftlik evinde oturmaktır. insana asıl mutluluğu veren budur." diyor bize film.
bu fikir doğrudur/yanlıştır ben onu tartışmıyorum. zira sade hayata düzülen onca övgüye rağmen hayatımızı karmaşıklaştırmak adına attığımız adımlara kadar konuyu sürüklersem hiç toparlayamam, öğlene kadar da yazarım burda. yani sunulan fikir çok da ters bir fikir değil, hatta çoğumuza göre(bana da) güzel bir fikir. "o zaman gül gibi filmin kafanda oluşturduklarına geçsene yarraaağam" dediğinizi duyar gibi oluyorum ve toparlıyorum.
bir nokta açık ki bu filmi izleyip gaza gelmek gayet mümkün. hele benim gibi izlediği her etkileyici filmin havasına girmeye müsait biriyseniz(taxi driver sonrası 6 ay yeşil mont giymiş bir anormallik insanıyım) bu filmi izleyerek de gaza gelmeniz mümkün. "gideyim baba bi kır evinde, süper bi esmer manita olsun, fransız şarabı içeyim. radyodan fransız müzüğü dinleyeyim...." diyorsunuz. ama bir süre sonra burda, filmde sizi cezbedenin "kır evi ve sade hayat" değil de "siyah saçlı, ince yüzlü fransız manita ve fransız kır hayatı" olduğunu farkediyorsunuz. siz öyle herhangi bir yerde değil, fransa'nın bir kır evinde "sade" bir hayat sürmek istiyorsunuz.
yani, benim gibi kaç tane büyükşehirde doğmuş büyümüş adamın, köy benzeri yerlere gittiklerinde, ister istemez, dışlanmış hissettiklerini biliyoruz. inkar etmeyin, kimse 1 aydan fazla kır ortamında yaşamayı istemez. neden? "şehir hayatını özler." diyeceksiniz, doğrudur. lakin esasen gittiği "kır hayatında" hayal kırıklığı yaşar ondan. gaza geldiğinde aklında "üzümleri sepetinden düşüren sakar yaşlı tonton amca sebastian" vardır(filmle ilgisiz söyledim bunu) oysa içinde bulunduğu kırda "kahvede okeye dönen, gayet asık suratlı ve sigarası sönmeyen bir süleyman dayı" vardır. ha bu cümleyi söylerken "fransızın köylüsü bile kültürlü abi, bizimkiler cahil" mi demek istiyorum? valla o manayı çıkarabilen varsa kır evimde gözleme ikram etmek isterim. demek istiyorum ki, "kır hayatı falan boş işler. bize sunulan şey film mutluluğuyla örülmüş bir hayal alemi". ha tabi yarın bigün güney fransa'dan bi ev kalır da süper bi hayatım olursa karışmam. gelir editler tükürdüğümü de yalarım. ama biliyorum ki fransız kır evinde de olsam "ulan içim dışım ot böcek oldu sikerim böyle aşkın ızdırabını" derim ben. biliyorum siz de dersiniz.
renklerin ve müziklerin çok güzel olduğu filmdir. ayrıca russell crowe un söylediği ''winning is not everything; it's the only thing'' sözü çok güzel oturmuştur sahneye.
russell crowe un şahane oyunculuğuna şahit olduğumuz bir film, gözlere tanıdık gelen bir de veled var filmde; adı freddie highmore ve geleceğin popüler aktörlerinden biri olacağı kesin...
--spoiler--
bir de künyesinde yazmasa da; filmin bazı yerlerinde çalan bir müzik var; yamulmuyorsam yann tiersen e ait... kulaklarım beni yanıltıyor olamaz, evet evet; yann tiersen...
--spoiler--
teması olgunlaşma olan; mizahi uslubu, oyuncu kadrosu, ridley scott'ın dinamik anlatımı
ile iyi bir film. fazla ses getirmemesine rağmen bittiğinde insana hayat enerjisi veren
bir nevi 'feel good movie'. kişisel olarak örnek verecek olursam uzun zamandır üşengeçlikten aynı kıyafetleri giyen acizane dolabın altını üstüne getirip türlü türlü kıyafetler denemiş, güzel havanın tadını çıkarmak için kendini evden dışarı atmış, teşekkürler ridley baba monoloğuyla yoluna devam etmiştir.