istedikleri bu: harikulade yalanlar. buna ihtiyaçları var. insanlar ahmaktırlar. sürekli kandırılmak istiyorlar. ne hissettiğinizin önemi yok. önemli olan onlar gibi sıradan olmak. sevilmek için, egonuzu tatmin etmek için yalan söylemelisiniz.
Eserde 1960'lı yıllardaki değişim ve modernleşme devresi, ve bireylerin özgürlüğü konu alınıyor. Nedensiz şiddeti en iyi anlatan eserlerin başında gelen 'Otomatik Portakal' sinemaya da dahi yönetmen Stanley Kubrick tarafından uyarlandı.
psikolojik objeleri masonik anlayanlar filmi amuda kalkarak izleyenlerdir. gördüğü sahnedeki veya yerdeki farklı objeleri illumunati ve masonlara bağlayanları incisözlük yarattı. kill'em all!
incisözlük ergenleri adına senden özür diliyorum stanley kubrick. nur içinde yat.
çok farklı film olduğu ve bu zamana kadar neden izlemediğim dediğim filmdir.. ama Ludwig van Beethoven parçaları arka plan müziklerini benim için berbat olsada, bir filme nasıl yakışır derseler bu film derdim..bide portakal nedir, neden bu ismi koymuşlardır, fikri olan varsa bir mesaj kadar yakınım.
Ünlü yapıtı Otomatik Portakalın yayımlanışının ellinci yılı kutlanan ingiliz yazar Anthony Burgessle 1974 yılında Romada yapılmış hayli uzun bir söyleşiden bazı bölümler derledik. Laf aramızda Roma, yazarın yüksek vergilerden kaçınmak için ingiltereyi terk ettiği gönüllü sürgün yıllarında yaşadığı kentlerden biriydi...
Otomatik Portakal insanların hür iradeleriyle kötülüğü seçmelerinin, devletin istediği gibi birer iyilik makinesine dönüşmelerinden evla olduğunu savunuyor aslında. Şiddetten, kitaplarımda şiddete yer vermekten hazzetmiyorum elbette, hatta seks sahnelerine bile yer vermek istemiyorum yapıtlarımda; mizaç itibariyle bu tür şeylerden utanıyorum. Lakin Otomatik Portakalı yazdığım 1950lerin sonunda karşı karşıya kaldığımız manzara, devletin özgür seçim alanına giderek daha da fazla müdahale potansiyeli beni öylesine dehşete düşürmüştü ki bu kitabı yazmak zorunda hissettim kendimi.
Roman, kesinlikle didaktik olanla pornografiyi harmanladığı için bu denli popüler oldu. Pornografi, şiddet ve de öğretici, vaazcı tavır; normalde bu ikisini bir araya getirdiğiniz takdirde çoksatar potansiyeline sahip bir kitap üretmiş olursunuz. Otomatik Portakal yıllar boyunca çok satmadı, ama sonunda kaçınılmaz olarak en popüler kitabım haline geldi. Bu da ağırıma gidiyor. Yazdığım otuz birbirine benzemez kitap arasında genellikle tanınan tek yapıtım bu, çok içerliyorum bu duruma.
Otobiyografik izler
Artık hayatta olmayan ilk karım, savaş sırasında Londrada firari olan dört Amerikalı askerin saldırısına uğramıştı. Tecavüz değil, hırsızlık niyetli bir fiildi bu ama sonucunda düşük yaptı ve sağlığı bozuldu. Nihayetinde ölümüne neden olan olay da bu saldırıydı sanırım.
Romanın ve filmin bir bölümünde karakter bir kitap yazar. Kitabın adı aynı zamanda kendi kitabımın adı, Otomatik Portakaldır. Kendimi kayıplara, ergen şiddetine maruz kalmış bir yazar olarak kitaba yerleştirme ve bu yolla çektiğim acıyı sistemimden dışarı atma girişimiydi bu, böylelikle bir daha bu konuda düşünmek zorunda kalmadım. Kendi açımdan bakıldığında kitabın en muazzam özelliği bu sağaltıcı yanıdır. Sanatsal gücü daha azdır.
Bugün Shakespearein içinde yaşadığı toplumdan daha kötü durumda olduğumuzu düşünmüyorum. Elizabeth ingilteresi hakkında okuduğumuz hikâyeler, 1590ların Londrasının günümüz New York ya da Romasından çok daha tehlikeli olduğunu ortaya koyuyor. Gerçek olan şey insan doğasının hiç değişmediği. içimizde doğal bir şiddet taşıyoruz, saldırganlık tabiatımızda var. Bugünlerde daha çok tanık oluyoruz, çünkü artık hepimiz gazete okuyor ve pek çok film izliyoruz.
Bahsi açılmışken şunu da ekleyeyim: Şiddetin yanlış bir tarafı yok, bir başına kötü bir şey değil şiddet. Otomatikman mahkûm edilmemeli, çünkü daha iyiye dönük değişimler sadece bu sayede elde edilebiliyor. Amerikalılar onun sayesinde bir devrim yaratabildi, bulunduğumuz çağda sadece onun sayesindedir ki Nazileri yenebildik.
Para kazandırmadı
Otomatik Portakaldan hiç para kazanmadım. Henüz kariyerimin başlarında satmıştım haklarını. 1962den itibaren kitabı sinemaya uyarlamak isteyenler oldu; kuşkusuz o sıralar ortam bu tür filmler için elverişsizdi. 1962de filmlerde aleni şiddet, aleni tecavüz, hatta aleni çıplaklık görmeye hazır değildik.
Bu nedenle romanın sinema uyarlamasına yönelik ilk girişim hayli düşük bir bütçeye sahipti. Niyet, dört başrolü Rolling Stonesun (zamanında çok ünlü bir gruptu, sanırım hâlâ öyle) elemanlarının oynayacağı bir tür underground film yapmaktı; çok para kazandırmayacaktı, muhtemelen büyük sinema salonlarında değil sadece sinemateklerde gösterilecekti.
Sonuçta kitabın film hakları karşılığında 500 dolarlık bedeli kabul ettim. Doğal olarak kitap, artık onu 500 bin dolara satma becerisine sahip olan işletmecilerin eline geçmişti. Böyle durumlarda parsayı hep o işte en az emeği olan toplamıştır zaten. Kendi adıma dert etmiyorum bunu, para kazanamamak ciddi sanatçıların doğasında vardır. Sanatçı para kazanmaz, tatmini başka şekillerde yaşar.
Otomatik Portakal filmi ise tam bir baş belası oldu. Kimi insanlar beni bir yancı, Stanley Kubrickin alelade bir hizmetkârı; muazzam bir film yönetmeni olan asıl yaratıcıyı besleyen ikincil bir yaratıcı olarak görüyordu. Buna ve filmin işlenen birtakım suçları özendirdiği ithamlarına çok içerledim.
Sanatçıya güvenin
Tanrıya inanıp inanmadığımdan emin değilim. Çok yararlı bir icat olduğunu düşünüyorum ama. Voltaire, Tanrı yoksa onu yaratmak gerekecek dediğinde sanırım çok temel bir önermede bulunuyordu. Tanrı fikrini, bir yaratıcı ve sürdürücü fikrini en azından bir hipotez olarak kullanmadan günü kurtaramayız. Ancak gerek Katolik kilisesinin gerekse şu anda petrolle olan bağlantısı nedeniyle çok güçlü bir din olan islamın tanrısını kabul etmeyi her geçen gün daha da zor buluyorum. Yalnızca yararlı bulduğum entelektüel bir varsayım olarak kabul ediyorum tanrıyı, daha fazlası değil. Dünyaya sadece yemek, içmek ve çiftleşmek için gelmediğimiz kanısındayım. Yaratmak için buradayız ve yaratma anlamında doğamızın gereklerini, tanrı gibi bir varlık olmanın doğal gereklerini yerine getiriyoruz.
Yaşlandıkça, temel teolojik kavramların belirli bir gerçek barındırdığını giderek daha fazla düşünüyorum, her ne kadar bunlar din adamlarının gördüğü gerçekler olmasa da. Sanatçıya din adamlarından daha çok güvenin, sanatçı teolojiyi onlardan daha iyi yorumlayacaktır.
Alternatif evrenler yaratmak
insanın alternatif bir evren yaratma imkânına sahip olduğunu düşünüyorum. Sanatçının, bilimadamının, filozofun işi deyim yerindeyse makul bir mutlak gerçekliğin imgesini inşa etmek olmalı. Bana göre insanın yapabileceği en iyi şey, diyelim Beethovenın IX. Senfonisi yahut Descartesın felsefesi gibi bir yapı inşa etmek; IX. Senfoninin müzikal sistemi ya da Spinozanın veya Descartesın felsefi sisteminin mutlak gerçekliğe ilişkin bir imge olup olmadığını bilemesek de Öyle olduğunu ummak isterim ama değilse de bir önemi yok benim için. Yaşamın kaosuna bir yapı, bir düzen yüklemek bizim yegâne görevimiz. Bu düzenin de sanat ve felsefede bulunabileceğini düşünüyorum.
Rastlantı ve zorunluluk
Jacques Monodnun Hayat rastlantı ve zorunluluktan oluşan bir gerçekliktir ve insan kayıtsız bir evrende bir başınadır önermesine katılıyorum. Evrenin insana bütünüyle kayıtsız, muazzam bir dönen kütle, insanın ise bu bilinemez devasa kaosla yüzleşmede absürt bir konuma sahip olduğunu kabul ediyorum. Ancak insanın zaferi de düzen kurabilmesi, çevresinde dönen bu hayat kütlesine görece daha ideal, daha şekli bir anlama sahip yapılar yaratabilmesidir. insan bu görevini sürdürmeye devam etmelidir.
ideal insanı inşa etmeye soyunan devletin Rusyada ve Nazi Almanyasında olduğu gibi muazzam bir zorbalık mekanizmasına dönüştüğünü görüyoruz. Yapmamız gereken kendi hayatlarımızı yaşamak, kendi ahlakımızı oluşturmak, kusurlu yaratıklar olduğumuzu kabullenip sadece elimizden gelenin en iyisini yapmaya odaklanmaktır. Yaşamanın nedeni de bir bakıma budur; yaratmak.
Kariyerime müzisyen olarak başladım. Yıllar yılı besteci olmaya çalıştım; sonunda hayli yıpratıcı bir fiziksel emek gerektirdiği için pes ettim. Savaş sonu ingilteresinde müziği icra ettirmek de kolay değildi; bu alanda kesinlikle para yoktu ve ben daktilonun başına çöküp basit bir satırı üreten insanlara gıpta ediyordum.
Onlara öykünüp bir roman yazdım ve kabul gördü, oysa bu işi sadece hobi olarak yapan biri olarak görüyordum kendimi; ingiliz Sömürge Hizmetleri Kurumundan malulen emekli edilip işsiz kalınca yapabileceğim yegâne mesleğin yazarlık olduğuna karar kıldım. Özellikle ingilterede birçok kişi başka iş bulamadığı için yazar oluyor, benim gibi.
Çok çalışmıyorum, başkaları ne kadar çalışıyorsa o kadar. işim neyse onu yapıyorum. Sabahları erken kalkıyor, kahvaltı edip işe oturuyorum. Bunu bütün yazarlara salık veriyorum: Her yazar günde bin sözcük yazmaya çalışmalı; ne fazla ne daha az.
Kimliğin en ufak bir anlamı yok
Kimlik konusuna fazla dert etmiyorum, yaşamak insan için bir kimlik sahibi olmaktan çok daha büyük bir önem arz ediyor. Bu yıl çıkacak olan kısa bir romanım var; bir Amerikan üniversitesinde profesör olan kahramanım ani bir kalp krizi geçirir ve beyninin bir bölümü kararır. Bu arada Elizabeth döneminden bir oyun yazarıyla ilgili ders vermesi gerekmektedir, yapabileceği tek şeyi yapıp hemen yeni bir karakter uydurur.
Hiçbir gerçek kişiyi hatırlayamamaktadır, yeni birini uydurduğunda ise onun çalışmalarını, karakterini, hayatını da uydurmuştur. Bu karakterin en az sınıftaki öğrencileri kadar gerçek olduğunu keşfeder. Enikonu bir kimliği vardır, sahip olmadığı tek şeyse hayattır.
Bölük pörçük yaşamak, duyular vasıtasıyla yaşamak, beyinle yaşamak çok daha önemli, bir şeyin ne olduğuna, ismine veya karakterine ya da makyajına takılmanın bir önemi yok. Sanırım şu kimlik krizi tabiri duyduğum en aptalca şey. Uzayı dolduruyoruz, zamanı dolduruyoruz biz. Dünyayı arşınlayan et parçalarıyız; düşünüyoruz, duygulanıyoruz. Dert etmemiz gereken tek şey de bu.
Şahsen ben o kadar çok kimlik krizinden geçtim ki, bu anlamda ismimin ne olduğunu bile bilmiyorum; gerçek ismim değil bu zaten. Başka isimler de kullandım. Hangisiyle çağrıldığım, kayıtlarda hangi ismin geçtiği umurumda bile değil. Şu anda şu sandalyeyi işgal eden bir varlığım ve belirli düşüncelerim, belirli duygulanımlarım var, önemli olan tek şey de bu. Kimliğin en ufak bir anlamı yok.
Siyasetçileri ciddiye almamalıyız
Amerikalıların dediği gibi, Mesaj istiyorsanız Western Uniona gidin. Mesaj vermek sanatçının işi değil; vaizlerin, siyasetçilerin işi: Müzik yaratıcısı gibi edebiyatçının da görevi kendi başlarına tatmin edici ve halen yaşadığımız hayatla doğrudan bir bağlantısı olması gerekmeyen biçimler, yapılar üretmektir.
insanın kendine bakıp, Çok fazla değişmedim, Cennet Bahçesinden kovulduğum zaman neysem bugün de oyum demekten başka çaresi yoktur. Doğamızda bulunan nitelikleri geliştirmeli ve siyasetçileri ciddiye almamalıyız. Siyasetçiler yaşayan en kötücül insanlardır; dili, düşünceyi, ahlakı kirletiyorlar. Siyasi yapılara aldırmamalıyız, bunun yerine mümkün olan en küçük cemaatlere; aileye, dostlara önem vermeli ve yaratıcı bir varlık olarak içimizde yatan potansiyeli geliştirmeye çalışmalıyız. Bundan fazlasını söyleyemem, ki bu da gerçek bir mesaj değil.
Yamyamlığın nesi kötü?
Yamyamlığın kötücül olduğunu düşünmemizi gerektirecek bir dayanak göremiyorum ortada. Kime ne zararı olabilir ki bunun? Tabuları güç bela kırabiliyoruz ve hepsi de doğal olarak son derece akıldışı. Oysa yamyamlık pekala yaklaşan kıtlık sorununun çözümlerinden biri olabilir. Süpermarketlere gidip insan marka konserveleri satın alabiliriz; halihazırda sodyum nitrata yatırılmış o ne idüğü belirsiz etleri nasıl kabulleniyorsak, bu da kabul edilebilir bir şey. Yamyamlık gerçek bir cinayet olan kürtajdan daha mantıklı bir çözümmüş gibi geliyor bana. Kürtaja karşı nefretimi gayet basit bir teoriye dayandırıyorum: Herkesin doğma hakkı vardır ama kimsenin yaşama hakkı yoktur.
Çeviren Tanju Günseren
Şiddet ve cinsellik gibi toplumun kabullenemediği gerçeklerin tedavisinin olmadığını ironiyle gösteren, çok beğendiğim bir Stanley Kubrick filmi. Alex karakteri Beethoven'ın 9. senfonisiyle kalbimde taht kurmuştur. Ayrıca singin' in the rain söyleyerek adamı dövme sahnesi de unutulmazlarımdandır.
baş rolünü malcolm mcdowell in oynadığı 1971 yapımı herkesin izlemesi gereken bir baş yapıt. alex in(malcolm) otoriter davranışları, geleceğin faşist devletlerinin faşizan yöneticilerine bir vurgu gibi adeta.
"I'm singin' in the rain.
Just singin' in the rain
What a glorious feelin'
I'm happy again.."
sözleriyle şarkı çığırılmaya başladığı an filmi daha bir sevdiğim stanley kubrick harikası.. Beethoven manyağı bir çatlağı ve çevreye verdiği zararları, iyileşme sürecini anlatıyor
ilk izlediğimde başlarında çok kasan ama anlatılmak isteneni anlamaya başladıkça ''oha ne oluyor lan'' diye hayıflandığım, her zamanki gibi kendine has sıradışı etkileyiciliği olan bir stanley kubrick filmi.
normal romantik komedi izler gibi izlememek lazım aslında stanley kubrick'in filmlerini, hele ki bu filmde mevzu derin yani.
çünkü adam hastalık derecesindende öte kusursuzluk ve mükemmeliyetçilik anlayışı vardır herifin ve bunuda her filmine yansıtmıştır.
tamam film güzel. insanı bir çok defa düşünmeye itekleyen mevzulara değinilmiş! fakat, bir çok kişinin dediği gibi şahaser, insanlık üstü gibi benzetmelerde sanki biraz abartılı. bir de demezler mi, hayatımı değiştirdi bu film. Yav okudum 11 sayfa yorum, herkes ah film böyle güzel, ah filim şöyle değişik. Tamam lan! ne anladınız bir de bunu deyin bize? ama demeyin tipik şekilde insanın dogasında bulunan şiddete eğilim, cinsellik güdülerinin hayvanca dısarı cıkartılısı, bunları tetikleyen faktörleri ortadan kaldırmaya calısırken tercihlerimizi bırakıp, bizden istenilen sekilde yaşamamız gerektigi krikolarını. Ne anladınız la cidden söyleyin hele ?
söyleyin kafamı kıçıma sokucam o derece!
edit: yalnız bir şey dikkatimi çekti ve bunu belirtmeden geçemeyecegim. stanley kubrick, masonlar ve illuminati temalarını cuk cuk diye oturtmuş filmin içersine. salep in üzerine serpiştirilmiş tarçın misali. hoş film afişi fazlasıyla gözler önüne seriyor bu gerçeği. anlamadıgım nokta, eleştirel bir yaklaşım mı yoksa, onlara peşkeş çekmek mi mesele işte burda düşünüyorum. ha birde popüler kültür araclarıyla ve gelişen teknoloji ile insanların robotlaştırılmasını ve istenilen kıvama gelmesini inceden inceye işlemiş senaryoya..
--spoiler-
filmle ilgili kafama takılan bazı komplo teorileri var. belki benim gibi düşünen birileri vardır diye paylaşmak istiyorum bunları. şimdi filmde alex, her türlü suçu işledikten sonra arkadaşlarıyla süt içmeye gidiyordu. bunu sürekli yapıyorlar, suç işleyip süt içiyorlardı. bir de eve gelince mozart ve beethoven dinleyerek günün yorgunluğunu atıyordu alex manyağı. klasik müziğin hastası olan hasta ruhlu bir karakter izliyoruz film boyunca. ama işte benim aklıma takılan, vicdanını temizlemek için mi sütü ve müziği kullanıyor? süt saflığın sembolüdür, müzik ruhun gıdasıdır falan ya hani. işlediği suçları böyle örtüyordu sanki alex. yani bu iki olgunun ben öylesine işlendiğini sanmıyorum filmde. mutlaka bir sebebi olmalı ve ben bunun vicdanının sesini bastırmak için olduğunu düşünüyorum. eğer bu teori doğrusa filmin verdiği mesaj inanılmaz cidden.
edit: ya aynı şeyi leon'da da izliyoruz. o da cinayet işleyip süt içiyordu. bu sütün olayını çözmem lazım amk.
--spoiler--