sabahattin âli - hüseyin nihâl atsız davasının görüldüğü tarihtir. 3 mayıs günü hala türkçüler tarafından türkçülük günü olarak kutlanmaktadır.
düzeltme: ırkçılık-turancılık davası bu tarihte değil, bundan 16 gün sonra, inönü'nün 19 mayıs nutkunun ardından görülmüştür. 3 mayıs 1944 tarihli davada yargılanan tek kişi hüseyin nihal atsız'dır.
--spoiler--
Haydi 3 Mayıs, Türkçüler Turancılar elele,
Tarihler bin dokuz yüz kırk dördü gösterdi,
Atsız'ım Bozkurtlara buyruğu verdi,
Yiğitçe buyruğa gönül verdiler,
Alparslanlar, toganlar, Orkun, idiller,
Yürüyün, yürüyün haydi yiğitler,
Haydi 3 Mayıs, Türkçüler Turancılar elele,
Büyük Türk Milleti senin bayramın.
Haydi 3 Mayıs, Türkçüler Turancılar elele,
Dilde birlik, işte birlik, fikirde birlik,
Sağlanırsa o zaman kurulur dirlik,
Yürü yiğit yürü bugün senin günündür,
Bugün düğün günün, senin bayram günündür,
3 Mayıs Türkçünün düğün günüdür,
Haydi 3 Mayıs, Türkçüler Turancılar elele,
Büyük Türk Milleti senin bayramın.
--spoiler--
türkçülük turancılık davasının başladığı tarih. gök yeleli, bozkurt duruşluların tepkileri olmasaydı belki de hiç başlamayacaktı bu dava.. ruhunuz şad olsun. tanrı türkü korusun.
türkçülük turancılık davaları adı altında türk milliyetçiliğinin, milliyetçilerinin ve başkomutan emaneti turancılığın sanık sandalyelerine oturtulduğu gündür. tam 89 yıl geçti aradan. günümüzde türkçülük bayramı olarak idrak edilmektedir. kutlu olsun.
--spoiler--
bundan 29 yıl önce ankara'da yapılan bir yürüyüş, bugün farkına varılmamış olmakla beraber, türk tarihinin gidişi üzerinde son derece tesirli olmuştur. havadaki zehirli gazla boğulacak hale gelmiş bir insana oksijen verilmesi, aşırı humma içinde kıvranan hastaya bir antibiyotik şırıngası yapılmasının yaratacağı şifa gibi, dikta idaresi altında yaşayarak o diktanın hiç umursamadığı komünizm propagandasının çökertmeye çalıştığı bir toplumu 3 mayıs 1944'te ankara'da yapılan bir gençlik yürüyüşü uyarmış, tehlikeyi gördükleri halde ses çıkaramayanlara cesaret ve ümit vermiş, tek partili idare olduğu halde millet meclisi'nde de görülen heyecanla türkiye'yi bir "içten vurulma" tehlikesinden kurtarmıştır.
bu kurtarışın kahramanları, büyük çoğunluğu yüksek okul ve üniversite öğrencisi olan birkaç bin gençtir. 3 mayısın gerçek değerinin kavranmamış olması o zamanki idarenin, hepsi kendi elinde bulunan basın ve radyo ile yaptığı aralıksız propaganda yüzündendir. sosyalist maskesi altındaki komünizmin türkiye'yi rusya'ya katmak konusundaki niyetini memleket mukadderatına hakim olanlar anlayamamışlardı. yirminci yüzyılda, idare başında bulunanların mutlaka herkesten iyi ve doğru düşüneceğini kabul etmeye imkan yoktur. türkiye'de de ehemmiyetsiz görevlerde bulunan veya henüz okuma çağında olan bir takım gençlerin tehlikeyi baştakilerden daha çok isabetli görmüş olmasında hiçbir fevkaldelik aramamalıdır. bu, bir dereceye kadar mizaç ve yaratılış meselesidir.
uzun süre devleti idare etmiş olan halk partisi'nde 1938'den sonra bir inönü'yü yüceltme çağı başlamış, evvelce atatürk için kullanılan "milli şef deyimi ona mal edilmiş, pullardan ve paralardan atatürk'ten üstün olduğu havası yaratılmak istenmiştir. Halbuki bu çok yanlış bir davranıştı. Çünkü Atatürk, Rusya'da ortaya çıktığı zaman, hakkında kimsenin ve tabiî kendisinin de bir şey bilmediği komünizmi ve onun türkiye için tehlikesini anlamış, tedbirlerini almış olduğu halde inönü komünizmin nasıl bir bela olduğunu bir türlü idrak edememiş, "sağcılar" dediği nurcu vesaire makule-sini gözünde büyüttüğü halde bugün toplu olarak anarşist adı altında anılanların gayesini bir türlü kavrayamamıştır. anarşistler üniversiteyi işgal ettiği zaman boykotla işgalin aynı şey olduğunu söyleyecek kadar vahim bir hata yapmış, bu da yetmiyormuş gibi türkiye'yi mahvetmek istedikleri için idama mahkum edilen üç komünistin idamını durdurmak teşebbüsü ile, ilerde tarihin çok olumsuz hüküm vereceği bir harekette bulunmuştur.
kafa ve gönül yapısı bu olan inönü'nün 3 mayıs 1944 yürüyüşüne iyi gözle bakmasına şüphesiz imkan yoktur. Bu sebepledir ki "türkçü" kelimesinden ömrü boyunca ürkmüş, bu ürkmede çevresinin de büyük ölçüde tesirinde kalmıştır. onda batıya karşı garip bir kompleks vardır. türkiye'nin manevi kalkınmasını klasiklerin türkçeye çevrilmesinde görmesi bunun delilidir. halbuki artık roman ve piyeslerle yahut eski yunan felsefesiyle milletlerin kalkınma imkanının olduğu çağda değiliz. bugün her zamankinden çok milletçilik çağıdır. beynelmilelci olduklarını iddia eden komünist devletler bile aşırı bir milliyetçiliğin içindedir. bu, sosyal bir kanundur: toplumlar yayılmak ve büyümek için çatışır, çarpışır; bunun için her vasıtadan faydalanır. böyle bir sosyal kanun olmasaydı barışçı isa'nın dinindeki milletler asırlarca savaşmaz, budist japonlar savaşın sözünü dahi etmez, kardeş müslümanlar birbirinin canına kastetmezdi.
bu sebeple yabancı klasiklerin tercüme edilerek türk gençliğine okutulması onlarda bir aşağılık duygusu yaratmaktan başka sonuç vermemiştir. 20-25 yaşındaki gençlerin şaheser diye hep yunan, latin , batı, acem, arap, rus eserlerini okursa "demek benim milletimin şaheseri yokmuş- düşüncesine kapılmasından tabii ne olabilir?
işte türkçüler, türk milletin manevi kalkınmasını önce komünizmin yok edilmesinde, sonra milli kültürün diriltilmesinde anladıkları için inönü ile bağdaşamamışlar, onun tarafından, türkiye'yi bütün dünya ile düşman etmek için uğraşan kişiler diye ilan edilmişlerdir.
türkçüler şu memlekette hiçbir zaman iktidara geçmedi. inönü ve partisi uzun yıllar iktidarda kaldı ve istediği icraatı, propagandayı yaptı. acaba zaman kime hak verdi? tecrübesiz, çoluk çocuk sayılan 1944'ün gençlerine mi, yoksa tecrübeli kaptan olduğu ilan edilen inönü'ye mi?
onun tecrübeli kaptan olduğu hakkındaki sözü, ikinci cihan savaşı'nda türkiye'nin harbe girmemesi ve bunun inönü'ye mal edilen bir başarı olarak kabul edilmesinden doğmuştur. acaba gerçek böyle midir?
türkiye, bilfarz yugoslavya'nın topraklarında kurulmuş bir devlet olsaydı veya ingilizler vaat ettikleri savaş malzemesini bize verebilselerdi tecrübeli kaptan onu yine savaşın dışında tutabilir miydi. bunlardan başka türkiye'nin savaşa girmeyişinde von papen'in büyük rolünü asla unutmamak lazımdır.
3 mayıs yürüyüşü milletin gözünü komünizme karşı açan bir milli harekettir. O tarihten başlayarak okullarda hakiki milli tarih okutulsaydı, milli eğitimin bazı kilit noktalarına komünistlerin sızmasına meydan verilmeseydi 12 mart muhtırasına sebep olan anarşi doğmayacak, bir takım gençler türk milletinden zorla koparılmayacak, ahlak değerleri çökmeyecekti. anarşi hareketleri dediğimiz kargaşalıklar, dikkatle mütalaa olunursa gayet korkunç bir ruh halinden doğmakta, adeta bir milletin intihar etmek istemesi gibi bir manzara göstermektedir.
komünizm, sosyal bir isteriden başka bir şey değildir. onun hakim olduğu hiçbir ülkede sosyal adalet ve iktisadi refah sağlanamadığı halde faşist veya kapitalist denilen demokrat ülkelerin pek çoğunda bu iş başarılmıştır.
komünizmin iktidara geçtiği günden beri rusya'nın türkiye hakkındaki kötü niyetleri çarlık rusya'sının kötü niyetlerinden bir parça bile sapmamıştır. boğazlarda üs istemenin başka manası var mıydı?
3 mayıs'ı yapan türkçülerin şuurla ve inançla bildikleri gerçek: komünizmin türklüğe kasteden bir tehlike olduğu idi. son iki yılın olayları, sürüp giden sıkı yönetim mahkemeleri, bu mahkemelerde ortaya dökülen hakikatler türkçülere hak vermiştir.
3 mayıs bir çok türkçünün büyük sıkıntı ve ıstırabı ile kapanmıştır. fakat 3 mayıs devam etmektedir: ötüken'in yazı işleri müdürü kayabek, aşağı yukarı 6 yıl önce başlayan bir davanın sonucu olarak mahkum edildiği 15 aylık hapis etmek üzere, eşini ve birisi bebek olan dört çocuğunu istanbul'da bırakarak, doğum yeri olan eğin'e hareket etmiştir.
önümüzdeki yüzyılın tarafsız tarihçileri 3 mayıs'ın bir dönüm noktası olduğunu elbette tespit edeceklerdir.
3 mayısa selam olsun!.. 3 mayıs ruhu ebediyen yaşasın!..
3 Mayıs 1944 Çarşamba günü yalnız Atsız-Sabahattin Ali davasının 2. duruşması yapılmadı;
güne, o duruşmayı izlemek üzere Ankara Adliye Sarayının içini ve çevresini dolduran büyük
gençlik ve halk kitlesinin başlatıp sürdürdüğü yürüyüş ve gösteri damgasını vurdu.
Duruşmanın sona ermesinden sonra gençler toplu halde yürüyüşe geçtiler. Milli marşlar
söyleyerek ve Kahrolsun komünistler sloganları atarak Ulus Meydanına yürüdüler. Orada
konuşmalar yapıp marşlar söyledikten sonra, Başvekillikin, o zamanlar iş Bankasının
arkasında ve Valiliğin yanında bulunan yapısı önündeki alana geçip komünizmi lanetleyen
konuşmalar yaptıktan, sloganlar attıktan, Başbakanla görüşmek isteyip makamında
bulunmadığını öğrendikten sonra istiklal Marşı söyleyip yine Ulustan geçerek yeniden
Anafartalar Caddesine yöneldiler.
Göstericilerin Çankayaya yürüyeceği kaygısına düşen il yöneticileri böyle bir durumda
onları durdurmak için Atatürk Bulvarında önlemler almışlardı. Ankara Emniyetinin yanlış
bir değerlendirmesi ile gösteriye katılanların Çankaya Köşküne yürüyeceklerinin
bildirilmesi üzerine de inönü de çok telaşlanmış, Muhafız Alayına Köşk çevresinde güvenlik
önlemleri aldırmıştı. Oysa gençlerin öyle bir niyeti yoktu; herhangi bir taşkınlık da
yapmadılar. Bu durum gençlerin polisle çatışmasını bekleyen Maarif Vekili Hasan Ali Yücel,
Ulus gazetesi başyazarı ve milletvekili Falih Rıfkı Atay ve Ankara Valisi Nevzat Tandoğan
üçlüsünün Türkçüler için tasarladığı komployu geçersiz kılmıştı.
Yürüyüşçüler, yeniden Anafartalar Caddesine geçerek, Samanpazarına yönelmişlerdi.
Yürüyüş yönünün değişmesi polisin yeni bir tedbir almasına yol açtı. Motosikletli ve atlı
polis ekipleri ara sokaklardan geçerek gençlerin karşısına çıktılar; motosikletlerini ve
atlarını, yürüyüş yolundaki kalabalığın üzerine sürdüler. Böylece Çankayanın ve komplo
çetesinin istediği oldu. Gençler ile polisler çatışmaya girdiler. Yakalanan gençler, yürüyüşe
katılıp katılmadıklarına bakılmadan, polis motosikletlerinin sepetlerine doldurularak
Emniyet 1. Şubesine götürüldüler.
O yürüyüş ve gösteri, Ankarada o zamana kadar görülmemiş, çok görkemli bir etkinlikti.
Yol boyunca yapıların pencerelerine ve dükkanların önlerine çıkan halk, bu coşkulu gençleri
ilgi ve takdirle izliyor, alkışlıyordu; kimisi de hemen topluluğa katılıyordu. O arada
gazeteciler ile sivil polisler de durmadan fotoğraf çekiyorlardı (Atsız, vb. 27.04.1951 :
13-14.).
3 mayıs 1944 ve Türkçülük davası necmeddin sefercioğlu.
SAPTIRMALAR ve iŞKENCELER
Ankarada yapılan görkemli gösteri ve yürüyüş, Sovyetler Birliğinin 2. Dünya Savaşını
sonlandıran bir zafer kazanma yolunda ilerlemesi karşısında, o zamana kadar yürüttüğü
Alman yanlısı politikaya yön değiştirme telaşına düşen Cumhurbaşkanına ve emrindekilere
iyi bir fırsat gibi göründü. Yayınlarında Türk dünyasına ilişkin yazı, yorum ve haberlere
çokça yer veren Türkçüler, tutsak Türklerin büyük çokluğu işgalindeki topraklarda yaşayan
Sovyetler Birliği yöneticilerini zaten tedirgin etmekte idi. Türkçülük aleyhine bir kampanya
açılması ve başlıca Türkçülerin tutuklanıp cezalandırılması, Sovyetlere yönelişe, yani
SSCBnin kandırılabilmesine (!) yarayabilirdi.
Ayrıca; Maarif Vekilinin, 3 Mayısın kahramanı olarak görülen Atsız ve kardeşi Nejdet
Sançar ile görülecek hesapları vardı: Atsız (1934 ; 102-105.), Alaylı Alimler adlı yazısında
Yücelin, 18 önemli yanlışını belirlediği Türk Edebiyatına Toplu Bir Bakış adlı kitabını ağır bir
dille eleştirmiş, yazısını Hasan Ali Bey! Çizmeden yukarı çıkmayın. Ben içtimaiyat kitabı
yazmaya kalkıyor muyum? diyerek bitirmiş; Orhundaki son yazısında ise onu istifaya
çağırmıştı. Sançar ise, 1939 yılında, görevli olduğu Sivas Öğretmen Okulunu ziyaret eden
bakanı karşılamamakla kalmamış; onunla, okulun müdürü ve öğretmenleri önünde, çetin
bir tartışma yapmıştı (Sançar (1947) : 14-25). Herhalde, böylece onların yaptığı
saygısızlıkların (!) öcü de alınabilecekti.
O yıllarda inönünün annesine mevlit ve aşir okumakla da ünlü olan ve bundan dolayı
Cumhurbaşkanlığı Köşküne sıkça, serbestçe gidebilen Hasan Ali Yücel, durumu hemen
inönüye aktarmış ve Rusyaya yönelmede Türkçüleri kullanma yönünde olurunu almış
olarak faaliyete geçmiş olmalıydı. işte soruşturmanın yönü, muhtemelen bu sebeplerle
saptırılmıştı.
Zaten bakan önceden tedbirini almış ve Atsızın Özel Boğaziçi Lisesindeki görevine 7 Nisan
1944 günü son verdirtmişti (Atsız, vb., 16.03.1951 : 13). Hemen Atsız ve tanınmış
Türkçülerin ev ve işyerlerinde aramalar yapıldı. Bulunan bazı mektuplar vb. delil sayılarak
gözaltılar ve tutuklamalar o yöne çevirildi. Ankarada gözaltına alınan bazı gençler de
istanbula gönderildi. Atsız-Sabahattin Ali davası dolayısıyla Ankarada bulunan Atsız ise,
istanbula gitmek üzere hazırlık yaptığı otelde tutuklandı ve daha sonra istanbula trenle
gönderildi.
O arada, çoğu Ankara ve istanbulda bulunan, yurdun değişik yerlerinde görevli olan veya
yaşayan bazı kişiler de, ya Atsıza mektup yazmış olmaları ya da Orhun dergisinin açtığı
ankete katılmış bulunmaları bahane edilerek tutuklandılar. Bunların Ankaraya getirilenleri
ile sonradan gözaltına alınmış olanları istanbula gönderildiler.
Gözaltına alınıp tutuklananların kimisi sivil, kimisi askerdi. Sivil olanlar Sirkecideki, o
yıllarda Emniyet Müdürlüğü olarak kullanılan Sansaryan Hanına, asker olanlar ise o zaman
istanbulun Tophane semtinde bulunan Askeri Cezaevine kapatıldılar.
Bundan sonra, oralara getirilip tutuklananlar için bir cehennem hayatı başladı. Onların
hepsi ihtilattan men edilmişlerdi; en yakınları, hatta ailelerinden biri ile dahi
karşılaşmaları, görüşmeleri yasaktı. Tıkıldıkları tek kişilik, penceresiz ve ışıksız hücrelerde,
birbiri ile karşılaşmaları, konuşmaları ve görüşmeleri de mümkün değildi. Bu yüzden oraya
kimlerin getirildiğini bilmiyorlardı. Ancak bazılarını, hücrelerini bekleyen polis veya
askerlerle bir isteklerini iletmek için koridorda konuşurlarken, duyabildikleri seslerden
tanıyabiliyorlardı.
Daha sonra ilk soruşturma başladı. Bu dönemde tutuklular, önceden hazırlanmış bir
ifade metnini imzalamaya zorlandılar; imzalamayanlar çeşitli işkencelere uğratıldılar. O
dayanılmaz günleri, Atsız bir koçaklamasında şöyle dile getirir:
Burda güneş açmıyor,
Ümit kuşu uçmuyor,
Yok yok, kervan göçmüyor,
Dakikalar geçmiyor.
Döndüm vuslat yolundan,
Yandım firkat çölünden.
Tanrı rahmet selinden,
Bir damlacık saçmıyor.
Bir kadının melali,
Bir yavrunun hayali,
Bir evin öksüz hali,
Gözlerimden kaçmıyor.
Karardı gündüzlerim,
Kış oluyor yazlarım,
Dumanlanan gözlerim,
Uzak yakın seçmiyor.
Bir gönülüm: Muratsız.
Bir kartalım: Kanatsız.
Kendinden geçse Atsız,
Dakikalar geçmiyor
Türkçülük Davası aklanma (beraat) ile sonuçlanmış olmasına rağmen, özellikle Milli Eğitim
Bakanlığında görevli olan Türkçüler, Türkçü olmanın bedelini ödemeyi sürdürdüler. Bu
bedeller, görevlerine başlatılmama, öğrenim ve/veya hizmet kıdemlerinin çok altındaki,
ülkenin çok uzak yerlerindeki görevlere atanma, vb. gibi uygulamalardı. Bunların belirgin
olanlarını şöyle özetleyebiliriz:
Bu tür uygulamaların en zorlusunu Atsız yaşadı. Kendisine 1949a kadar görev verilmedi. O
tarihte verilen görev ise, öğrenim durumuna ve mesleğine uygun olan lise öğretmenliği
değil, kütüphane memurluğu idi. Bunun ereği, kuşkusuz, onu öğrencilerden uzak tutmaktı.
1950 yılındaki iktidar değişikliğinden sonra Haydarpaşa Lisesi edebiyat öğretmenliğine
atandı ise de, orada ancak bir buçuk öğretim yılı çalışabildi. Ankarada 04.05.1952 günü
verdiği Devletimizin Kuruluşu konulu konferans bahane edilerek, Süleymaniye
Kütüphanesindeki sürgünlük görevine yeniden gönderildi ve emekli olduğu 1969a kadar
orada tutuldu (Sefercioğlu, 2005 : 88-102.).
Nejdet Sançar da bu tür bir uygulamadan nasibini aldı. Birkaç yıl Zonguldak Kömür
işletmesinde işçi-memur olarak çalıştı. M. Çelikel Lisesi edebiyat öğretmenliğine, ağabeyi
Atsız gibi, ancak 1949da verildi; 1950 yılında da Edirne Lisesine gönderildi. Fakat orada
çok kalamadı. Milli Kütüphanede çalışmak kaydı ile Ankara Gazi Lisesi edebiyat
öğretmenliğine atandı ve emekliliğine iki yıl kalıncaya kadar orada çalıştı. Sonra da Gazi
Lisesindeki asıl görevine geçti. Ancak, ağabeyininkinden farklı olarak, Milli Kütüphanede
görevli iken, Polis Kolejinde ve Gazi Lisesinde dersler verme fırsatını bulabildi
Siyasal Bilgiler Okulu iktisat Bölümünü bitirmiş olan M. Zeki Sofuoğlu tutuklandığında,
yedek asteğmen olarak askerlik hizmetini yapıyordu. Cezaevinden kurtuluşunun ardından,
yurt hizmetini tamamlamak için Bitlisteki kıtasına gitti. Terhisinden sonra da birkaç yıl
geçici işlerde çalıştı. Öğretmenlik yapmak istediği için 1949 yılında Düziçi Köy Enstitüsünde
görev aldı. Kısa süre sonra bir ilkokulun, ardından da Mersin Ticaret Lisesinin
öğretmenliğine atandı. Başarılı bir öğretmenlik ve yöneticilik hayatı yaşadı ve Milli Eğitim
Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığından emekli oldu.
Hikmet Tanyu, tutuklandığı sırada DTCFde Felsefe Bölümü öğrencisi idi; bir yandan da
memurluk yaparak geçimini sağlamaya çalışıyordu. Aklanıp özgürlüğe kavuştuktan sonra
hem birtakım geçici işlerle uğraştı, hem de öğrenimini sürdürdü. 1948de fakültesini bitirdi
ve lise felsefe öğretmeni oldu. Fakat ona öğrenim durumuna uygun bir görev verilmedi.
Pınarbaşı ve Kayseride ilkokul sınıf, Osmaniye Ortaokulunda Türkçe, Arifiye ilköğretmen
Okulunda meslek dersleri öğretmenlikleri yaptı. 1955 yılında, türlü engelleri aşarak, Ankara
Üniversitesi ilahiyat Fakültesine asistan odu. Orada, akademik yükselme basamaklarını
kısa zamanda çıkarak profesörlüğe ve dekanlığa yükseldi.
Öte yandan, 3 Mayıs 1944 sonrasının sıkıntılarına ve üzüntülerine, Türkçülük Davası
sanıklarınınkiler yanında, o şerefe erişemeyen bütün Türkçülerin kendileri, aileleri ve
yakınları da katlanmak durumunda oldular. Toplumdan soyutlanma, dışlanma, kuşkulu
davranışlarla karşılaşma onların kaderi oldu. Bunların etkilerini silmek de kolay olmadı. Bu
türden bakış ve davranışlar uzun yıllar boyunca sürdü.
Nihal atsızın 1 Ağustos
1944 günü zindandan yazdığı Selam şiiri.
Gönülleri birleşenler! Selam sizlere!
Uzaklarda dertleşenler! Selam sizlere!
Selam sana hücrelerde benzi solan genç!
Selam sana ey yılları heba olan genç!
istikbalim gitti diye yaslanma sakın!
istikbalin değil ruhun Tanrıya yakın!
O yalancı istikbale bir perde indir!
Gerçek yarın unutma ki bir gün senindir!
. . .
Ey ekmeği alınanlar! Selam sizlere!
Ey rütbesi çalınanlar! Selam sizlere!
Kardeş yahut arkadaştır diye evleri,
Ocakları dağıtılan ülkü devleri!
Selam size! Üstünüzde bütün bakışlar,
Bir gün olur, tarih sizi elbet alkışlar!
. . .
En tatlı hayalimdir bu selam benim,
Kırk derece sıcaklıkta erirken tenim
Çekiyoruz bunalarak, fakat ne çıkar!
Ulu Tanrı bir gün elbet bizi yarlıgar.
Bütün dünya sağırlaşsa o bizi dinler,
. . .
Onun rahmet denizinde ruhlar serinler.
Ey hırçın genç, ey güzel kız! Bırakın yası
Yeter temiz gönüllerin bizi anması
Toprak ana uyuturken koynunda bizi
Yarınkiler biçecektir ektiğimizi.
Yeşermesi ektiğimiz tohumların haktır,
işte o gün ruhlarımız şad olacaktır.
. . .
Haydi artık dinsin bütün ıztırapların,
Ufuklardan şanlı bir gün doğacak yarın
Güzellikle, sıcaklıkla ve ihtişamla
Kumandasız hazır olup onu selamla!
Zeki Velidi Togan, Hüseyin Nihal Atsız, Alparslan Türkeş, Reha Oğuz Türkkan, Cihat Savaş Fer, Nurullah Barıman, Fethi Tevetoğlu, Nejdet Sançar, Cebbar Şenel ve Cemal Oğuz Öcal gibi büyüklerin yargılandığı ırkçılık-turancılık davasının olduğu gündür. 3 mayıs bu vesileyle türkçülük günü olarak anılır ve etkinliklerle kutlanır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti 1944 yılına gelene kadar denilebilir ki; görünüş itibariyle de olsa kuruluş ülküsüne bağlıdır. Bu ülkü de Türkçülüktür. Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura gibi Türkçü düşünürlerin, Türk Ocaklıların ortaya atmış olduğu tezler, Mustafa Kemal Atatürk tarafından ustaca yaşam alanına geçirilmiş ve uygulanmasına başlanmıştır. Türkçülüğün önerdiği yeni hayatta, ümmet devleti yerine millet devleti vardır. Saltanat yerine cumhuriyet vardır. Kadınların toplumsal hayata katılımı vardır. Dini kurumların Türkleşmesi, Türkçeleşmesi vardır. Camilerdeki hutbelerden Kuran”a, Kuran”dan ezana kadar Türk dili ile yapılması vardır. Ekonominin Türkleşmesi vardır. Kısacası hayatın her alanında Türkleşme teklifi vardır. Mustafa Kemal bu önerileri cesaretle yeni Türkiye”de hayata geçirir. kadın haklarından ezanın Türkçeleştirilmesi, ekonomik Türkleşmeden hukuka kadar. Cumhuriyetin ilk partisinin program umdelirinin hazırlayıcısı da yine Türkçülüğün ve aziz Atatürk”ün fikir babası Ziya Gökalp”tir. Dolayısıyla 1940-1944 döneminin devlet yönetenleri Türkçülük ideolojisinin hem ırkî yönüne, hem de Turan yönüne yabancı değillerdir.
Mustafa Kemal ile başlayan Türk aslından burjuva yaratma özlemi 1940”larda gerçekleşemedi, azınlıkların milli ekonomideki hakimiyetlerinin kırılamadığı görüldüğü için; azınlıkları ekonomiden kovmak amacıyla “Varlık Vergisi” konulur. Müslüm”e M, gayri müslime G, dönmeye D deyip üçlü bir sınıflamaya gidilerek azınlıklardan takatlerinin üzerinde vergi alınmaya çalışılır. Milli ekonomideki hakimiyetleri yok edilmeye çalışılır. 1944”e gelinene kadar çeşitli okullara girişleri dahi yasaktır.
1944”lerde bile Türk ırkından olma esası aranır. Dahası ikinci cihan harbinin başlarında Ankara hükümeti Almanlarla gizli pazarlığa bile oturmaya çalışır. Pazarlığın konusu da Kafkasya ve Türkistan Türkleridir. Bu tür pazarlık arayışlarını o dönemin Alman Dışişleri Bakanı “Ribbendtrop” ile dönemin Almanya”nın Ankara Büyük Elçisi Von Papen ve diğer siyasiler arasındaki yazışmalar ve gizli belgelerde açıkça görmek mümkündür. Bakınız bu gizli yazışmalardan bir kaç örnek verelim:
Alman Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Vaiszoeker”in bakan Ribbentrop”a gönderdiği 05/08/1941 tarihli gizli yazışmadan:
“Türkiye Büyük Elçisi bugün bana yeni elçilik müsteşarını tanıttı. Ve konuşmayı hemen Sovyet Bölgesi”nde yaşayan Türk-Moğol asıllı sınır kabileleri üzerine çevirdi. Bu Türk-Moğol kabilelerinin yapacakları Sovyetler”e karşı propagandaya dikkati çekti. Hazar Deniz”inin doğusunda bağımsız bir Türk-Moğol Devleti kurulabileceğini imada bulundu.
Hüsrev Gerede, bunları sırasına getirip resmi olmayan tarzda söyledi. Fakat bu sözlerin tesadüfen ortaya çıkmış olmadığını gösterir. Ali Fuat”ın sayın Von Papen ile olan görüşmesinde kullandığı ifadelere aynen uymaktadır. Nitekim Gerede, Bakü”nün bütün halkının Türk dilini konuştuğunu kastederek, propleme girmekten geri durmamıştır.” (..)
Gene Alman Dışişleri Bakan Yardımcısı Hending”in Alman diplomatları Ermandatof ve Vahraman”a gönderdiği yazıda şöyle der:
“Türk Genel Kurmay Başkanı, Türk-Alman ilişkilerinin sadece Turancılık temeline dayanabileceğini ifade etmiştir.”
Meraklıları o dönemin Alman gizli belgelerini araştırırlarsa buna benzer herhalde daha bir sürü gizli yazışmaları göreceklerdir.
işte böyle atmosferdeki Türkiye Devleti”nde dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu 05 Ağustos 1942 tarihli Meclis kürsüsünden okuduğu kabine programının sonuç konuşmasında;
“Biz Türk”üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. (Mecliste alkış ve bravo sesleri) Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan veya azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz. Ve her vakit bu istikamette çalışacağız.” diyerek devletin başbakanınca devletin temel ülküsü anlatılmaya çalışılmıştır.
Dönemin gençliği hassas derecede Türkçüdür. Milliyetçidir. Zaten 3 Mayıs 1944”ü yaratanlar da bu yüksek Türklük şuuruna erişmiş Türk gençliğidir.
1944 Türkçülük Olayının Meydana Geliş Şekli:
Büyük Türkçü Nihâl Atsız Beğ; devletin ülküsünün Türkçülük ve dönemin Başbakanı Saraçoğlu”nunda Türkçü olduğu inancı içindedir. Buna karşılık devletin her tarafına komünist ve hain kadroların yerleştirilmekte olduğunu görmektedir. O günkü Başbakanı ve devlet yetkililerini uyarmak için Atsız Beğ; devrin başbakanı Şükrü Saraçoğlu”na Orhun Dergisi”nde 1 Mart 1944”te ve gene bir ay sonra 1 Nisan 1944”te olmak üzere iki açık mektup kaleme alır. Devletin içine hatta beynine sızmaya çalışan virüsleri haberdar eder. Ve Başbakan”a şikayet ve uyarıda bulunur. Bu virüslerin içinde -sonradan Bulgaristan”a kaçarken öldürülen- Sabahattin Ali de vardır. Devrin Milli eğitim bakanı Hasan Ali Yücel”i bu mektuplar büyük bir telaş ve endişeye düşürür. Hasan Ali Yücel ile o günlerin Ulus gazetesi başyazarı Falih Rıfkı Atay”ın teşviki ile Sabahattin Ali tarafından Atsız Beğ mahkemeye verilir.
26 Nisan 1944”te Ankara”da başlayan ilk mahkeme, dönemin üniversite gençliği tarafından hınca hınç doldurulur. Bu yoğun kalabalık ve tezahurat karşısında Mahkeme heyetinin içeriye pencerelerden girebildiği söylenir.
Nihâl Atsız Beğ Mahkeme Heyetine;
“Sabahattin Ali”den sorulsun, hıyanetini ispat edelim mi? Buna razı mı?” diye sorar. Sabahattin Ali ise bu sözler karşısında sessiz kalmış ve bir cevap verememiştir.
Mahkeme 3 Mayıs 1944”e ertelenir. Ne olduysa davanın ikinci celsesi 3 Mayıs 1944 günü olur. 3 Mayıs 1944”te Türk gençliği bir volkan gibi patlar. Türklük ülküsüne ve onun ideolojik lideri, hocası Hüseyin Nihal Atsız”a sahip çıkmak için Ankara Adliyesinin koridorları, salonları doldurulduğu gibi adliyenin önü de yüzlerce genç tarafından doldurulur. Topluluğun bir kısmı adliyede Atsız”ı yalnız bırakmazken diğer binlerle ifade edilen büyük bir topluluk Ulus Meydanına doğru protesto yürüyüşüne geçer.
işte bu “3 Mayıs” günü Atsız Beğ”in de isteği doğrultusunda 3 Mayıs 1954 tarihinden itibaren “Türkçüler Günü” olarak anılmaya başlanır. 3 Mayıs Türkçüler Günü budur.
Bir kaç yıldır MHP”li ve Ülkü Ocaklı gençlerin de bu anmalara Atsız Beğ”in mezarının başında katıldıklarını görmekteyiz. Bu partililerle ülkü ocaklılar bu anma sırasında; “Başta sayın Başbuğumuz Alparslan Türkeş olmak üzere” diye başlamaktalar ve 3 Mayıs anma toplantısını hem de Atsız”ın mezarı başında siyasi bir slogan haline getirdikleri “tekbir” sesleri ile bitirmektedirler. Bir kere “Başta Başbuğumuz” demek ile Başbuğlarına da saygısızlık yapmaktadırlar. Çünkü 3 Mayıs 1944 de Alparslan Türkeş, her hangi bir özelliği olmayan sadece Atsız Beğ”in yanına gelip gitmekten dolayı tutuklanan bir üsteğmendi. Diğer yandan kendisinin bu olaylara tesadüfen katıldığını beyan eden Mahkemeye verilmiş bir “pişmanlık mektubu” da söz konusudur.
Elbette ki 3 Mayıs 1944”ün bir sürü kahramanı vardır. Fakat 3 Mayıs 1944”ün yaratıcısı doğrudan doğruya Türkçü fikirleri ve hareketleriyle Atsız Beğ ve O”nun yanındaki arkadaşlarıyla Türk gençliğidir. Türk gençliğinin kendi ideolojisi olan Türk Milliyetçiliğine sahip çıkmak ve gene bu ideolojinin düşünürü, konuşanı, yazanı Atsız Beğ”i yalnız bırakmamak için patladığı anlamlı bir gündür.
Yukarıda anlata geldiklerimiz meselenin görünen yönüdür. Bir de görünmeyen yönlerine bakalım. Sonradan, bu 3 Mayıs olayından sonra bildiğimiz üzere Türk Milliyetçilerinin önde gelenlerinin çoğunun tutuklanmalarına gidildi. Gardist, Troçkist “düzen düşmanı” ihtilalci gibi savlarla mahkemeye sevkedildi. Hem de dönemin reisi cumhuru ismet Paşa”nın meşhur 19 Mayıs 1944 nutku ile. Peşin hükümle Türk Milliyetçileri potansiyel suçlu ilan edildi. Milliyetçilik ideolojisini temel felsefe yapan bir devlet, milliyetçiliği savunan insanlarını nasıl olur da böylesine acımasızca suçlayabilir?! Potansiyel suçlu ilan edebilir?! Bir devletin hem kuruluş felsefesi milliyetçilik olacak hem de milliyetçilik ideolojisini ve onu savunan idealistlerini mahkemelere verecek! Bu gerçekte eşyanın tabiatına aykırı bir olay.
Yukarıda bu meselenin görünen yönüdür derken, bir de görünmeyen yönü var mıdır acaba? işte bu görünmeyen yönüne dikkati çekmeye çalıştım! Nasıl olur da “Bizim ülkümüz Türkçülük”tür” diyen bir başbakana sahip devlet, yine Türkçülüğün diğer ayağı olan Turan için Almanlar ile gizli pazarlıklar arayan bir devlet, birden bire ters yüz ederek kendi ideolojisini savunanlara karşı sert tavır alır?! Onları ve onların şahsında Türkçülük ideolojisini mahkum ettirmek için mahkemelere verir!.
Bunun cevabını Almanların yenilgisinde ve bu yenilginin sonucu daha bir kabaca çıkan Sovyet Rus sömürgeciliğinin aşırı bir istek ve yayılmacılığında aramak gerekir. Nitekim, Moskova”nın kışkırtması ve yönlendirmesi ile gene Sovyet istihbaratının bilgileri ile enforme edilen komünist partisi “Tan Gazetesi” vasıtası ile 1 Temmuz 1943 tarihinden beri Türk milliyetçilerine karşı hücum halindeydi. “Cumhuriyet döneminde ırkçı Türkçülük nasıl doğdu, Türkçülüğün menşei ve mahiyeti, Türk milliyetçiliğinin esasları” gibi seri yazılar ile adeta Moskova adına Ankara”yı kendi ideolojisini katletmesi için zorluyordu. Gene aynı dönemde T.K.P. Merkez Komitesi”nin hazırlamış olduğu “En Büyük tehlike” adlı büroşür T.K.P. militanlarından “Faris Erkman” imzası ile çıkarılıp dağıtıldı. Bugün de “Irkçı-Türkçülük” deyimi size bir şey hatırlatmıyor mu?
O gün Cumhuriyet Türkiyesi”nin başında, bu Sovyet yayılmacılığına karşı cesaretle karşı durabilecek bir insan göremiyoruz. Cumhuriyetin başı ikinci adam ismet Paşa”dır. Bu ismet Paşa hayatı boyunca ikinci adam olmuş, Kurtuluş Savaşı”na bile hasbel kader katılmış, tanzimat sonrası geleneksel Osmanlı oportünist politikalarının devamcısıdır. Tanzimat sonrası Osmanlı politikacıları güçlü devletin her istediklerini yapmakla, Osmanlı”nın ayakta kalacağı inancı içinde idiler. Yahut da onların hoşuna giden şeyleri yapmakla. Paşa da bunu yaptı. Sovyet Emperyalist koloniyel yayılmacılığına karşı tanrılar kurban istiyordu. Ve 19 Mayıs 1944 Nutku ile kurbanlarını işaret etti. Meşum nutku aşağıdaki gibidir:
“Turancılar, Türk milletini bütün komşuları ile onarılmaz bir surette derhal düşman yapmak için bire bir tılsım bulmuşlardır. Bu kadar şuursuz ve vicdansız fesatçıların tezvirlerine, Türk milletinin mukadderatını teslim etmemek için elbette Cumhuriyetin bütün tedbirlerini kullanacağız. Fesatçılar genç çocukları ve saf vatandaşları, aldatan fikirlerini millet karşısında açıktan açığa münakaşa edemeyeceğimizi sanmışlardır. Aldanmışlardır ve daha çok aldanacaklardır.
Şimdi vatandaşlarımdan iki suale zihinlerinde cevap bulmalarını isteyeceğim: Irkçılar ve Turancılar gizli tertiplerle teşkillere başvurmuşlardır. Niçin? Kandaşları arasına gizli fesat tertipleri ile fikirleri memlekette yürür mü? Hele doğudan batıdan ülkeler, gizli Turan cemiyeti ile zapt olunur mu? Bunlar o şeylerdir ki devletin kanunları ve esas teşkilatı ayak altına alındıktan sonra başlanabilir. Şu halde yaldızlı fikirler perdesi altında doğrudan doğruya Cumhuriyetin, Büyük Millet Meclisinin mevcudiyetinin aleyhinde teşebbüsler karşısındayız.”
Bu konuşmanın akabinde başta Türkçü mütefekkir Nihâl Atsız olmak üzere çeşitli milliyetçi aydınlar ve genç kurbanlar, aylar boyunca en ağır zulümlere tâbî tutuldukları tabutluklara, işkence odalarına, zindanlara gönderilmişler ve hayali suçlamalarla engizisyon cezası çektirilmişlerdir. Aralarında üniversite profesörü, öğretmen, subay, doktor ve üniversite öğrencileri bulunan 34 sanık, sorgulama adı altında çeşitli işkencelere maruz bırakıldıktan sonra, 7 Eylül 1944 günü yargılanmaya başlanmıştır. “Irkçılık-Turancılık davası”” adı verilen ve haftada 3 gün olmak üzere 65 oturum devam eden mahkeme, 29 Mart 1945 tarihinde sonuçlanmış ve Atsız Beğ 6,5 yıl hapse mahkûm olmuştur.
Atsız Beğ, bu kararı temyiz etmiş ve Askerî Yargıtay, 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi”nin kararı esastan bozmuştur. Böylece Atsız, bir buçuk yıl kadar tutuklu kaldıktan sonra, 23 Ekim 1945 tarihinde tahliye edilmiştir.
Gerçekte bu durum padişahların, isyancılar karşısında isyancıları yatıştırmak için verdikleri kellelere benzemektedir. Türkçüler ve Türkçülük önceden senaryosu hazırlanmış, tiyatromsu mahkemelerde yargılanmış ve mahkum olmuşlardır. Ancak ikinci adam ismet Paşa”ya rağmen askeri temyiz nezdinde itiraz edilen bu mahkumiyet kararları bozdurulmuştur.
Askeri Temyiz Bozma Kararı”nda:
“1 Numaralı Sıkıyönetim mahkemesi tarafsızlıktan ayrılmıştır. Mahkeme 2 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından görülmelidir.” der.
Mahkemeler tutuksuz olarak bu kez 2 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesince görülmeğe başlanır.
Savunmalarında Atsız Beğ şu son sözleri söyler:
“- KiMSEDEN HAKSIZ BiR YERE BiR ŞEY TALEP ETMiYORUZ. ATALARIMIZDAN KALAN MiRASIN MEFAHiRiMiZiN GÖMÜLÜ OLDUĞU TOPRAKLARIN BiZiM OLMASI ÜLKÜSÜNÜ KALBiMiZDE TAŞIYORUZ. ORALARI UNUTMAMAK iSTiYORUZ.
BEN BUNLARI ŞAHSIM iÇiN iSTEMiYORUM. ORALARDA ÇiFTLiK VEYA APARTMAN YAPACAK DEĞiLiM. MiLLETiM iÇiN DÜŞÜNDÜĞÜM HAKLARDAN DOLAYI DA KiMSE BANA VATAN HAiNi DiYEMEZ. BU ÇiRKEF iFTiRAYI iADEYE DE TENEZZÜL ETMiYORUM. KiMiN HAiN, KiMiN VATANPERVER OLDUĞUNU TARiH TAYiN EDECEKTiR. HATTA ETMiŞTiR BiLE.”
3 Mart 1947 tarihinde 2 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi sanıkları suçsuz bularak beraatlerine karar verir.
Beraat Kararının Gerekçesi:
187 sayfa tutan karar çok ilgi çekici ve ibret verici aynı zamanda da Türklük mücadelesinde tarihe şeref sayfası olarak geçecek bir karardır. Bakınız bu beraat kararında ne diyor:
“- Bu nümayış (3 Mayıs 1944) milli bir ideolojinin, milli olmayan bir ideolojiye karşı tepkisinden ibarettir.
– Her milletin içindeki azlıklar o milletin hakim ırkının adını alır. Fakat o millet içinde ayrı ırklardan bahsedilemeyeceği anlamına gelmez.” diyen Mahkeme “ayrıca ırk bakımından kamu haklarının bir kısım vatandaşlara tanınmaması keyfiyetinin anayasaya aykırı olabileceği fakat bu aykırılığın cezalandırılacağına dair T.C. kanununda hiç bir kayıt bulunmadığından sanıkların bu fiilden beraatlerine, uzun bir tahlilden sonra hükmet darbesi bulunmadığını söyledikleri ve reddettiklerini, mantıken de buna imkan olmadığı delilleriyle Vali Dr. Lütfi Kırdar dahil dinlenen pek çok şahitlerden ve mektuplardan anlaşılmış, aksine polise verilen tek bir ifadeden başka bir şey görülmemiş olup, bu suretle sabit olmayan, bilakis MiLLi BiR GAYE iÇiN ÇALIŞTIKLARI tebeyyün eden Zeki Velidî ve arkadaşlarının beraatine karar verilmiştir.”
Bu mahkeme kararlarında dikkati çeken bir nokta var. Kararda diyor ki: “Her milletin içindeki azlıklar o milletin hakim ırkının adını alır.”
Bu gün acaba “Türkiye mozaikler ülkesidir” yahut da “Bu vatan hepimizindir” diyenler acaba yukarıdaki mahkeme kararlarındaki sözle çelişip suç işlemiyorlar mı? Kanaatimiz odur ki hem çelişiyorlar hem de bugünkü anayasanın başlangıç ilkelerini de çiğnemiş oluyorlar. Yani düpedüz anayasal suç işliyorlar.
Biz bu “Türk” adını devletimize yeniden vermek için tam 900 yıl bekledik. Aman devletimize zeval gelmesin diye Arab”ı, Fars”ı kardeş bilip ümmet olduk. Rum”u, Bulgar”ı tebamız bilip Osmanlı olduk. Bir türlü ne kendi kimliğimiz söyletildi ne de devletimiz bu kimliğini söyledi. hem kan ve can vergisi verdik fakat nimete gelince kovulduk. 900 yıl sabırla bekledik. Ve Türkiye Cumhuriyeti”ni kuran halka Türk denir dedik. Devletin adı da Türkiye Cumhuriyeti Devletidir dedik. Bu nedenle “bu ülke mozaiktir” diyenler de, “bu vatan hepimizindir” diyerek Türk vatanına ortak arayanlar da hem tarih ve şehitler huzurunda hem de anayasa huzurunda suç işlemektedirler.
1944 hadiseleri ve görülen dava sonuçlarının kısaca yorumlanmasına gidersek neler söyleriz?
Bakınız bu davalarda devletin başı ile devletin hukuku karşı karşıya gelmişlerdir. Devletin başı meşhur ve meşum 19 Mayıs 1944 konuşmasında “bunlar haindir” diyor, “bunlar devlet düşmanıdır” diyor. Ve totaliter bir kafa yapısı gereği kendini hem hakim hem de savcı yerine koyuyor. Şimdi buna karşılık olarak da o günkü devletin en üst hukuk kurumu da “hayır” diyor. “Bu düşünce suç olamaz”. “Bu düşünceyi taşıyanlar da suçlu olamaz.” Dahası “Irkçılık suç değildir” diyor. dahası “bu ideoloji devletin ideolojisidir” diyor ve Mahkeme sonucu yargılananlar aklanıyor.
Türk milliyetçiliğinin Türk”ün tabii ideolojisi olduğuna dair o günkü Türk hukuku adeta beraat kararı veriyor. Mahkeme sonucu güzel bir olay olması gereken bir sonuç. Ne var ki oportünist, korkak, aciz yönetimce (ki başı milli şef inönü) ekilen gayrı Türk tohumunun acısını Türk devleti ve Türk milleti bugün hala çekmekte. Her yanılgının ve tıkanmanın kökeninde o günkü ikinci adamın 19 Mayıs 1944”te yaptığı Türk milliyetçiliğini ve Türk milliyetçilerini karalayan konuşmada aramak gerekir. O günden sonra Türk milliyetçiliği ve milliyetçiler devletten sürekli şekilde dışlanmışlardır. O günlerde devlete bulaşan virüs, Türk devletini milletin temel ülküleri doğrultusunda karar almasını daima bozar hale getirmiştir.
Sovyetler Birliği çözülürken “hazırlıksız yakalandık” diyenlere sormak gerekir. Neden hazırlıksız yakalandınız? Sebebi nedir? Kanaatimiz odur ki, hazırlıksız yakalanmanın ana nedenini 3 Mayıs 1944 öncesi ve sonrası hadiselerde aramak doğru olsa gerekir. Bu hadiseler 1944”ten sonra Türk Milliyetçiliğini devletten dışlamış, onun yerine yani ULUSALIN yerine EVRENSELi koymuştur. Sonuçta da, EVRENSELiN kapısından önce millici olmayan batıcılık ve Amerikancılık ile onun ekonomik anlayışı kapitalizm girmiş bu da yetmemiş ardından marksizm ve siyasi ümmetçilik girmiştir. Dünün marksist hareketlerini yerine bugün siyasi ümmetçiliği karşımızda görüyorsak bu Türkçülüğü devletçe 1944”ten bu yana sırt çevirmenin bir bedeli olsa gerektir.
Nejdet Sançar, “inönü ve Dış Türkler”, Ötüken Dergisi, sayı 98, sayfa 4-7.ilhan Darendelioğlu, “Türkiye”de Milliyetçilik Hareketleri”, sayfa 142-143-144, Toker Yayınları.Altan Deliorman, “Tanıdığım Atsız”, sayfa 135-136, Boğaziçi Yayınları.
3 Mayıs 1944; ulusal bilincin, isyanın şahlanmasıdır. Türkçülük Bayramıdır. Başta Atsız Ata olmak üzere Zeki Velidi Togan, Zeki Özgür Sofuoğlu, Reha Oğuz Türkkan, Fethi Tevetoğlu vs. gibi ünlü Türkçü düşünür ve dava adamlarının haksız yere tabutluklarda işkence görüp yargılandığı kara bir gündür. ismet inönü devrinde olmuştur. Aynı tarihte Kıçbuğ Hüseyin Feyzullah (Alparslan Türkeş), H. Nihal Atsız'ı ve davayı ufak ve basit çıkarları uğruna satmıştır. Atsız-Türkeş arasındaki ilk yol ayrımı da burada başlamıştır.
3 Mayıs ruhu ebediyyen yaşasın!.. Bozkurtlar ulusun, Tanrı Türk'ü korusun!.. Ne Mutlu Türküm diyene...
Aynı zamanda Fatih Sultan Mehmet'in ölüm tarihidir: Miladi 3 Mayıs 1481
(bkz: 3 Mayıs)