benim için diğer sabahlardan farklı değildi. alarm çalmasına rağmen uyanamıyordum. bir arkadaşım aradı ve istanbul'da çok büyük bir deprem olduğunu söyledi. en yakın arkadaşlarım istanbul'da olduğu için hemen onlara ulaşmaya çalıştım ama kimseyle konuşamadım. evden çıktım, manisa'da çalıştığım şantiyeye gitmek için bornova'dan otobüse bindim. haberler başlayınca, şoför, radyonun sesini herkesin duyabileceği bir seviyeye yükseltti. deprem olmuştu, ilk belirlemelere göre 25 kişi ölmüştü. 25 kişi! bütün otobüs homurdanmaya, birbirini tanımayan insanlar kendi aralarında konuşmaya başlamıştı.
manisa organize sanayi bölgesi yönetimi, şantiyeye haber gönderdi. depremden dolayı, enerjiyi keseceklerdi. şantiye'deki mühendisler, işçiler fikir yürütmeye başladı. enerji nakil hatları, enterkonnekte şebeke zarar görmüş olabilirdi. az değil, 25 kişi ölmüştü, kim bilir ne kadar büyük bir depremdi.
bütün gün doğru dürüst bir iş yapmadık, herkes şikayet ediyordu. zaten belli bir zaman kısıtlaması içinde yapılan işler için, bir şantiyede bir gün enerji olmaması kabus gibiydi. arıza giderilememişti, yapacak bir şey yoktu. paydos.
olayın ne kadar büyük olduğu anlaşılmıştı, ölü sayısı 25 falan değildi. binlerce insan göçük altındaydı. şantiye üst yönetimi, herkesi toplantıya çağırdı. işveren firmanın, o bölgede bir çok operasyonu vardı. durumun vehametini bire bir öğrenmişlerdi. bize söylenen "çok kötü" olduğuydu. o sırada bir şey oldu; işler yetişmiyor diye baskı yapan üst yönetim, tüm firmalara "nasıl yardım edebilirsiniz" diye sordu. hafriyat firmasının her fırsatta para alamadığından şikayet eden sahibi, iş makinası operatörlerini yanına çağırdı. cebinden bir tomar para çıkardı.
şantiyeden birkaç yüz metre ilerde, izmir-istanbul karayolu. istanbul yönünden gelen araç yok, istanbul yönüne doğru konvoy var. minibüsler, kamyonlar, kamyonetler... bir minibüs hatırlıyorum; ekmek, makarna doluydu. hilton oteli, yataklarını bir kamyona yüklemişti. konvoy ağır ilerliyordu ama kimse kornaya basmıyordu. bu kadar yoğun bir trafiğin bu kadar sessiz olduğunu hiç görmemiştim. kimseden birşey istenmemişti ama herkes elinden geleni yapmaya, gücü yettiğini götürmeye gidiyordu.
operatörlerden biriyle giderken vedalaştık.
tiryakiydi, patronunun verdiği parayla iki karton sigara almıştı.
bir kutu da gofret.
tiryakisi olan çocuklar için.
Ülkemizin afetler konusunda ne kadar hazırlıksız ve aciz durumda olduğunu gösteren,afetten felakete dönüşen depremin olduğu,türk halkının en acılı,en yaslı günlerinden birisidir.bilanço çok ağırdır,resmi açıklamalara göre şöyledir:
ölü sayısı: 16 bin 899
yaralı sayısı: 23 bin 781
sakat kalan: 505
yıkılan ve ağır hasarlı bina: 16 bin 649
orta hasarlı konut: 90 bin 536
orta hasarlı işyeri: 14 bin 133
az hasarlı konut: 102 bin 822
az hasarlı işyeri: 13 bin 344
prefabrik talep sayısı: 43 bin 264
dağıtılan prefabrik sayısı: 40 bin 786
prefabrikte yaşayan nüfus: 147 bin 120
yazın şıpıdık terliklerde dolaşıp parkta sallandığı dönemler... adapazarı...
bursada yaşayıp her yaz soluğu teyzesinin yanında alan minik bir kız çocuğu. tüm masumiyetiyle sallanıyor o parkta, ölüm nedir bilmeden... iki tane abisi var, karşı apartmanda en alt katta kalan. * üniversite okuyorlar sakaryada. bakkaldan dondurma alınıp sevindirilen küçük bir kız kardeşsiniz onların gözünde. onlarsa sizin için salıncağı sallayan, düşünce yaralanan dizlerinize yarabandı yapıştıran iki süper kahraman.
bursa'da bir gece yarısı, o gün gelinmiş adapazarından... gözleriniz kapalı, tıpkı salıncakta sallandığınız gibi sallanmaya başlıyorsunuz. küçücük bir beden, depremin ne olduğundan habersiz uyanıveriyor, çığlıkları göğü delen bir korkuyla...
abileri salıncakta salladığında korkmayan bedeni, depremin sarsıntısıyla korkudan tir tir titriyor. sarsıntı durduğunda gözlerinden süzülen yaşlarını teyzesi siliyor. çıkıyorlar dışarı, her yer insan. anlamsız, uykulu ve korkan gözlerle birbirlerine bakılıyor. bursada bir hasar yok. ancak teyze çok iyi biliyor ki bu kadar büyük bir depremde hiç hasar olmadan atlatılmıyor. telefonlara sarılıyorlar.. eski adapazarı depremini bilen teyze korkarak arıyor adapazarını, yaz okuluna giden üç kuzeninizi, yani çocuklarını. ulaşılamıyor..
sonrası felaket...
elektrikler yok...
telefonlar yok...
o korkuyla dualar ediliyor, Allahım lütfen olmasın, kuzenlerime birşey olmasın diye, ama o sırada iki süper kahramanınızı unutuveriyorsunuz. Teyze hiçbirşeyden habersiz yola çıkıyor, sizse küçüksünüz ve evde kalmalısınız...
Sabaha doğru elektrikler geliyor. Televizyonun karşısında korkudan ağlayan bir çift göz, ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Ve edilen onca duaya inat adapazarını gösteriyor televizyonlar. her artçı sarsıntı kalbinizi biraz daha acıtıyor, her saniye dualarınız daha da ses buluyor...
Enkaz altında kalan üç kuzen...
ve duaların kabul olduğuna inanan minik bir kız çocuğu...
onca duası boşa gitmiyor ve sağsalim burunları bile kanamadan kurtuluyorlar enkazdan. Bursaya geldiklerinde öyle sıkı sarılıyorsunuz ki, değerini anlamış onca varlığın. Keşke daha çok sevseymişim diyorsunuz, daha çok sarılsaymışım.
Kahvaltı yok sizin için artık, onca korkuya ve üzüntüye o küçücük bedeni taşımaya çalışıyorsunuz. içinizi çeke çeke sabah karşı uyumalarınızı saymazsak uykudan da yoksunsunuz.
Sonrası mı?
aklınıza o zaman geliyor süper kahramanlarınız. O salıncak, sallanan küçük bir kız, yenilen dondurma ve şevkatli iki çift göz depremin üçüncü sabahı aklınıza düşüyor. Acaba diyorsunuz? Evet tam olarak depremin üçüncü günü acıyı ilk kez tadıyor o küçücük beden.
Televizyon açık...
Enkaz çalışmaları, "sesimi duyan var mı" sesleriyle her gününüz gece, her geceniz kabusa dönüşmüşken, bir salıncak görüyorsunuz. gözünüzü sallanırken diktiğiniz tepedeki ağaca benzetiyorsunuz gördüğünüz ağacı ve karşıdaki evi de süper kahramanlarınızın evine. yanında hep dondurma aldığınız market...
olmamalıydı ama deseniz de elinizde kumanda kalakalıyorsunuz. yine aynı ses kulaklarda "sesimi duyan var mı" diye. bu sefer bir "evet" cevabına o kadar ihtiyacınız var ki. hadi diyorsunuz, hiç olmazsa duvara vursan, evet demesen de olur, bir kerecik vurun ne olur.
ses yok..
yanaklardan yaşlar tekrar süzülürken dua etmeye başlıyorsunuz, geç kalmış bir dua olmamasını dileyerek. ne olur allahım birşey olmasın, ne olur sallanırken baktığım o kocaman ağaç gibi yemyeşil gözlerini tekrar açsın süper kahramanım diye.
nafile..
ses yok..
televizyon açık, elden düşmüş kumanda, ağlayan bir çift göz, belki de yüreği allaha hiç bu kadar yakın olmamış bundan önce. salıncak aynı salıncak, bakkal da öyle, ağac da tanıdık... ve ses yok... tek bir evet oysa istenilen. ama nafile... yavaş yavaş enkaz çalışmaları başlıyor.
saatlerce bekliyorsunuz en alt kata gelinmesini. hala bir umut var...
ve göz yaşları sel oluyor, cansız çıkan iki bedeni görünce. ölümü idrak edemeyen bir beden için bu acı aslında çok fazla. sadece biraz tozlanmış, salıncağı sallarken ki yakışıklılıkları hiç bozulmamış diye geçiyor içinizden. süper kahramanları ölmez bilirdim oysa deniyor. bembeyaz nur gibi yüzleri kameraya yansıyor. ölümleri hiç inandırıcı gelmiyor. sanki biraz sonra salıncağa bineceksiniz de kalkıp sizi sallayacaklarmış gibi. hiç acı çekmemişler gibi. süper kahramanlar ölürken bile gülümsüyorlar.
kuzenleriniz için dua ederken onları unuttuğunuzdan kendinize kızıyorsunuz. oysa dua etseniz bir sonraki sene yine o salıncakta, yaralanan dizlerinize inat gülümseyip sizi sallayacaklarına o kadar eminsiniz ki. Hiç affetmiyorsunuz kendinizi...
işte bu yazı o iki süper kahraman için yazıldı. belki hatırlamazsınız o küçük kızı ama o minik yürek sizi hiç unutmadı.
6 sene sonra gitti o parka, sizi çalan o apartmana, duydunuz mu bilinmez o küçük kızın dualarını ama bir tek o salıncak kalmış sizden hatıra...
son kez oturup, son kez sallandı gözlerini gökyüzüne dikip, ve ilk kez ağladı o salıncakta.
sonra da sordu kendine..
"dizlerimdeki yaraları iyileştirebiliyordunuz süper kahramanlarım, peki ya yüreğimdekileri ?"
arkadaşımın babasının söylediğine göre afet bölgelerine 20000 ölüyü geçtiği taktirde o bölgeden 10yıl boyunca vergi alınmıyormuş onun için olü sayısını devlet 20000 in altında tutmuş eğer doğruysa böyle devletin taaa...................
babamı ilk kez ağlarken gördüğüm gün. çocuk aklım olan biteni tam kavrayamamıştı, lakin çocuk kalbim; çocuk dünyamın en güçlü kahramanını göz yaşları dökerken gördüğü an bir şey fark etti; babam televizyona bakıyordu, televizyonda ise ölüm vardı. demek ki ölüm, göz yaşı demekti...
9 yaşındaydım... uykum hep ağır oldu hala da öyle. birden beni biri yatağımdan çekip çıkardı. gözlerimi güç bela açınca farkettim. o babamdı. evin kapısını zincirlemiştik. annem zincirle boğuşuyordu. güç bela açtı ve o an farkına vardım...
deprem oluyordu. üçüncü kattan aşağı inerken merdivenlerin şiddetle sallanışı... babamın bir yandan beni düşürmemek için sıkıca tutuşu ve yalpalayarak koşması.
güç bela indik aşağı. hemen herkesin toplandığı binalardan uzak boş alana. yere bıraktı babam beni. çıplaktı ayaklarım. toprağın altından birşey güm güm vuruyordu. ağlamaya başladım.
abim de ağlıyordu. o gün sadece tek kelime söyledim. "ölmek istemiyorum anne". ben ölmedim. binamız hasar almadı. ama gözlerimin önünde yıkılan binalar... toz bulutu... patlayan su boruları... hiç biri gözümün önünden gitmiyor...
kaybedilen insanlar unutulmuyor.
"insan cehenneme uyandığı bir 17 Ağustos gecesini nasıl unutur?" isyankarbumerang.
17.,08.2011
Unutmadık ,unutmayacağız...
Not: binlerce insanın altında kaldığı binaları yapanları salsın bu devlet. salsın... böyle ödüyorlar işte suçsuz yere ölenlerin hakkını. kaç sene geçti hala istanbulda bina hasar tespiti yapılacak.
yeni bir depremi yeni kayıpları ve yeni acıları kaldırır mı bu ülke?
tam 12 saat sonra sizi kaybedeli yedi yıl olacak.. tam 12 saat sonra gülümsemelerimin donduğu, hissiyatımın tesettüre boğulacağı gün olacak... tam 12 saat sonra yine aynı anda hem lanet edip hem de şükredeceğim... belki bu kez gözlerim daha da az yaş akıtacak belki de taş kalbim daha anlamsız ve duygusuz çarpacak.. belki de ben de zamana yenik düşeceğim... ama yine de zihnimin arka bahçesi hep tarumar...