üç saatlik bir yolculuğun hikayesi

    1.
  1. saat 19:30, kuzenimle bir telefon konuşması, çalıştır kronometreyi:

    - aloo? enis, napıyosun olum?
    - la ne bağrıyon? hmmh, uyuyorum lan, aloo? ne diyon? napıyosun abi?
    - ahah, olum bak ne dicem, bende kalan bi fransız karı vardı ya, o ankara'ya gelicekmiş, ev lazım ev ayarlabilcen mi?
    - aaaaa(esniyo). ya baba, burada kalın dicem de, yarın valide hanım gelicek. ben bi soruyum soruşturuyum şeyaparız, hallederiz, hadi ararım ben seni.

    10 dakika sonra:

    - alo? usta, arkadaşların alayı tatilde, bi arkadaş da cumartesi dönecekmiş, yaramaz yani size, napsak?
    - boşver lan, kız otel ayarlamış zaten şimdi öğrendim. yalnız senden ricam var, otele bi bakıver, kalınabilecek gibi mi, nedir ne değildir, bi bakıversen?
    - (vay ulan) tamam bakarım ben, la tamam tamam.

    ***

    üç saat basketbol için uzun bi süre, fakat hayat için aynı kesinlikte konuşmak zor. öss'de önünde 180 dene nur topu gibi soru olan ter pompacısı içün akar gider, erken boşalmama çabasındaki pompacı(bu da ter) içün bikaç asra tekabül eder.

    bir telefonla başladı sürem. acelem olduğundan; sigara içmek, bir şeyler atıştırmak, giyinmek ve saç baş düzeltmek gibi işleri aynı anda yaptım ve sokakta buluverdim kendimi. sokakta hızlı vakit geçirmek ya da sıkılmamak için fazla alternatifiniz yoktur; müzik dinlersiniz, insanları incelersiniz ya da benim gibi her iki boku da yersiniz. insanların tavırlarını incelemek eğlencelidir ve insana dair gözden kaçmış ayrıntıları verir, daha iyi tanırsınız, göründüğünden daha eğlenceli bir varlık olduğunu idrak edersiniz.

    kulağımda inceden bir keman sesi...

    iki çocuk gördüm, kaldırım kenarına oturmuşlar ve bir sigarayı çeviriyorlar. sigara çevirirken yaşanan bir gerginlik vardır bilir misin, elinde sigara tutan; "lan acaba çok içtiğimi düşündü mü bu herif, tam yarısında verebilecek miyim" gibi düşüncelerle zehir eder kendine dalgayı, bi sik anlamaz. sigara sırasını bekleyen de birazdan kendisine sigara verilmeyecekmiş gibi davranır, "yoo ben hiç görmedim sigara falan, ha bana mı veriyosun, tamam olur içerim" gibi yaklaşır hadiseye, zoraki çevirir kafayı, sırf yanındaki herif rahatça takılsın tütünle diye. bir nevi karşılıklı iyi niyet gösterisi, iki tarafın da zararlı çıktığı bir gösteri. gördüğüm çocuklarda da tam olarak bu sekansı yakaladım, gözlerine baka baka güldüm.

    henüz sırıtan suratım somurtmadan, o seyyar satıcıyı gördüm. bu adamı en az iki bininci görüşüm ama herifi her gördüğümde hiç sektirmeden gülmüşümdür. adamın bir kamyoneti var ve kasasında satılmadık şey bırakmamış arkadaş, bi de megafon elinde dürzünün: "dumateez, bibeer, hurdaa, bakııır, maymuuun, yelkovaan, bekiiir(en yakın arkadaşını da satıyo)"

    satıcının önünden geçerek anayola çıktım, bir dolmuşa bindim, kulağıma klarnet üflenirken indim, kuzenimin kalacağı otele aceleyle yürüyorum. acelem var çünkü 21:30'da bir hastanenin acil servisinde, çocukluk arkadaşım olan doktorla randevum var, kulağımdaki problemle ilgilenecek.

    elimde bir adres var ama, ne caddesini biliyorum, ne sokağını, ne otelin adını, şunca senelik ankara geçmişimde bir tek adım atmadığım yerlerde deli gibi dolanıyorum. çakmakçıya soruyorum, adam deli gibi ne söylesem kafa sallıyor, ağzını açmıyor, "la bırak dayı tamam, sormadık bişey" diyerek sinirle ayrılıyorum yanından. ve o gerginliğin arasında yine bir sahne gülümsetiyor beni; şalvarlı yelekli kasketli, yanık bi herif dolanıyor ortalıkta. beni güldüren üstü başı değildi elbet; mavi gözleriydi. bilinçaltımıza renkli gözün batıya ya da şehirliye ait olduğunu zerk etmişler ister istemez, neticede esmer de milletiz; "renkli gözlü köylü" profilini garipsiyorum ve gülümsüyorum.

    sora soruştura, bahsettiğim oteli buldum, fransız kız bilememiş zaar, otel bok gibi. eşeği bağlasan isyanları oynar, köpeği bağlasan; "itler federasyonuna, olmadı cumhurbaşkanına kadar çıkıcam oğlum" deyu koftiden tehditler savurur. telefonla aradım kuzenimi ver ettim babam yalanın gözüne: "kalınır kalınır, o kadar kötü değil, la gel vallaha güzel" deyu.

    doktorla olan randevuma yetişemeyeceğimi sanırken, yarım saatten fazla bir süre hastaneye erken vardım, işi gücü vardır hesabı erkenden gitmedim acil servise, dışarıda sigara üstüne sigara yaktım, bir süre sonra eeh sokarım işine diyerek daldım içeri, o da beni bekliyormuş. biraz inceledikten sonra kulak burun boğaz kliniğine, doktor arkadaşına götürdü beni, zerre anlamadığım muhabbetler yapıyolar benimle:

    - şimdi kulağınızı aspire edeceğiz.
    - aspirin dokanıyö.
    - çıkan iltihabı kültüre yollayacağız.
    - ben.. severim kitap..
    - daha sonra, düşük toksisite ve yüksek bakterisid etkisi ile tedavi sürecini hızlandıracak olan rifocin uygulayacağız, ürtiker gibi alerjik reaksiyonlar görürseniz hemen beni arayın.
    - hah, bak onu çok iyi dedin hocam, vallahi sen tamam, çok güzel söyledin.
    - siz uzanın şöyle. hemşire hanım, bana bir steril eldiven ve bir fitil lütfen.
    - bak bunu anladım heheh. fitil? lan??

    aslında diyalog tam olarak anlamadığım envai çeşit tıp terimini suratıma tüküren iki doktor ve her şeyi eksiksiz anlamış gibi yapan benim kafa sallamalarım şeklinde gerçekleşti. ufak bir operasyon geçirip, kulağımda sargı beziyle çıktım dışarı. ufakken insanlar benimle ilgilensin diye topal taklidi yaptığımı hatırlarım ya da lan keşke kafam yarılsa da sarsalar, herkes bana baksa heheh, dediğimi falan da. pis işmiş lan, herkes bakıyo eyvallah da, nolmuş la bunun gulaa diye bakıyo, çekici bi tarafı yok.

    yine meraklı bakışlar altında bindim dolmuşa, şoförün hemen arkasında oturuyorum, koydum kafamı. belli bir süre için bir bok hatırlamıyorum çünkü salya akıda akıda uyumuşum ve bir kadının bağırmasıyla uyandım. gayet iri, heybetli bir hanımabla bağırıyor:

    - kaptan beeeş inecek vaar.. kaptan altııı inecek vaar.. kaptan yediii inecek vaar.

    ulan uyku sersemiyim, kafamda "lan ne sayıyo füze mi lan bu karı, yol ağzı açık kalmış gapatın olum, şş kaptan lambalarda sıçacak var" düşünceleri. karı bin kere inecek var demiş demek ki hee. herif sağda durdu, füzeyi teslim etti, arkasından şöyle bağırıyo:

    - yazıııık, bir de çanta taşıyorsun çantaaa. yazık sanaa, bir de çanta taşıyorsun çantaa. çantaaa

    ulan ne alakası var? çanta taşıyınca noluyo? neyi savundun sen şimdi?

    ortamdaki gergin hava dağıldıktan sonra, tekrar kafamı koydum, dışarıyı seyrederken gördüklerim canımı sıktı. bir merdiven, bir yokuş, bir cami. dört sene boyunca yürüdüğüm yollar, o sahneler, o ayrıntılar. saçları uzundu, incecik beli, muhteşem bir güzellikti ki çoğu zaman bunun fazla olduğuna, tüm insanlıktan yüksekte durduğuna inanırdım. her evine bıraktığımda arkasından bakakalırdım. güzel kadındı vesselam, çok güzel kadındı. sadakatsizliğimden sadakati öğrenip, sadakatsizce hikayemize nokta koyup, bize virgül bırakan, her şeye rağmen yeni hayatına sonsuz derece sadık, geçmişine çok gördüğü sadakate hayret ettiğim sevgili; bir kırık gençlik hikayesi...

    yürüdüm eve, bir sigara yaktım, anahtarı çevirirken kapının sesi bir sual eyledi, son kertede neydi bize kalan?

    bir kendimiz, etrafımızda bir mahşer kalabalığı, içimizde kabir yalnızlığı. saat 22:30, kulağımda inceden bir keman sesi.. ve bir kırık gençlik hikayesi...
    120 ...
  2. 3.
  3. 4.
  4. ankara-konya yolculuğunun hikayesidir.

    (bkz: git gel konya altı saat.)
    2 ...
  5. 2.
© 2025 uludağ sözlük