üç kafadar

entry1 galeri1
    1.
  1. salih ve osman'a hemen kaçmaları gerektiğini söyleyip koşarak uzaklaştı mahmut. bir an yaşadığı kararsızlığın ardından salih de o'nu takip etti. osman ise bulunduğu yere adeta çakılıp kalmıştı. mahmut'un yolun karşısından

    - gel hadi salak oğlan!

    haykırışlarına karşın çocuk parkının kum zemininde yüzükoyun yatan o küçük kızı o halde bırakıp gitmeye gönlü razı olmadı. yere çömeldi, avaz-avaz bağırarak ağlayan kızı kollarından tuttu. önce, onu ayağa kaldırdı ve sonra küçük elleriyle yüzüne yapışan kumları bir çocuk titizliğinde temizlemeye çalıştı. bir taraftan da ağlamaması için onu ikna etmeye uğraşıyordu ama nafile.

    küçük kızın babası, kızını mutfak penceresinden izleyen karısının uyarısı ile olayı öğrenmiş inanılmaz bir hız ve önü alınmaz bir hışımla yanlarında biti-vermişti. ne olduğunu anlamaya bile gerek duymadan osman'ın kulağına yapıştı. o'nu kendine doğru çekerek, bastı tokadı. kız ağlamaya devam ediyor, osman ise kendisini ifade etme fırsatı dahi bulamadan mütemadiyen tokat yiyordu. küçük bedeni, ardı ardına aldığı darbelere dayanamayıp yere yuvarlandı. hırsını alamayan baba, işi daha da ileri götürerek kumlar üzerindeki bedenini tekmelemeye başladı. çevreden yetişip araya girenler olmasa, o park, belki de osman'ın dünya gözüyle gördüğü son yer olacaktı.

    çevresindeki sağduyulu insanların telkinleriyle biraz olsun sinirleri yatışan baba, osman'ı kolundan tuttuğu gibi semt karakoluna götürdü ve polislere teslim edip şikayetçi oldu. zavallı çocuk, halen üzerinden atamadığı korkudan tir-tir titriyor, yediği tokat ve tekmelerin etkisi ile ağız ve burnundan kan sızıyordu. polis memurları, adamın ifadesini aldıktan sonra her ikisini de başkomiserin odasına götürdüler. başkomiser, osman'ın acıklı halini görür görmez,

    - insaf! be kardeşim. el kadar çocuk böyle de dövülmez ki.

    diyerek kızın babasına çıkıştı. ardından, polis memurlarına dönerek,

    - alın-götürün şu çocuğu lavaboya, ağzını-burnunu temizleyip yüzünü yıkayın, kendine gelsin.

    dedi. şikayetçiyken bir anda suçlu durumuna düşen ve olanlara sinirlenen baba,

    - ben vergilerini ödeyen bir vatandaşım. benim kızımın hakkını kim koruyacak?

    diyecek oldu fakat sözün nerelere gideceği konusunda engin tecrübe sahibi başkomiser, cevabı yapıştırıverdi;

    - hem savcı, hem hakim, hem de infaz memuru olan bir babası var, başkasına ne hacet.

    bir hışımla ayağa kalkan baba, tehditkar bir söylemle,

    - bu işin takipçisiyim, peşini bırakmayacağım, herkes görevini yapacak!

    diyerek odadan çıktı ve karakolu terk etti. bir süre sonra polisler, osman'ı tekrar başkomiserin odasına getirdiler. korku dolu kocaman mavi gözleriyle başkomisere bakarak masanın önündeki koltuğa ilişti osman.

    - anlat bakalım! böylesine, eşek sudan gelene kadar dayak yemeyi gerektirecek ne halt yedin!

    dedi başkomiser. Sert görüntünün ardındaki bu sevecen bakışları tanıyordu Osman. Abisi Mahmut'un bakışlarının sanki aynılarıydı. Ara-ara iç çekerek anlatmaya koyuldu olanları;

    - Mahmut abim ve salihle birlikte parka gitmiştik, komiser amca. Üçümüzden başka bir de kız vardı salıncakta ama onu sallayan kimse yoktu. kendi kendine sallanmayı da bilmiyor, salıncağın üzerinde öylece oturuyordu. bir ara, salih'den onu sallamasını istedi. salih onu sallarken, o da ellerini, yanında sallanan mahmut abim gibi havadayken bırakmaya çalıştı ve ondan sebep havada uçup yüzükoyun yere yapıştı.

    dedi. yaşananların, tahmin ettiği gibi basit bir olay olduğunu anlamıştı başkomiser. osman'ı dinlerken, çekmecesinden çıkardığı sefer tasının kapağını açtı. itina ile boynuna bir kağıt peçete sıkıştırdı. çatalı eline alıp tastaki zeytinyağlı biber dolmasını yemeye koyuldu. ilk lokmayı tam da ağzına atmıştı ki osmanla göz-göze geldiler. bu aç bakışlar, dayanılır gibi değildi. Osman'ın, o masum yüzüyle boş-boş yutkunması da işin tuzu-biberi oldu. bir hevesle başladığı yemeği boğazına dizilivermişti. karısının yaptığı zeytinyağlı biber dolmasını anlata-anlata bitiremezdi ama bu güne kadar kimseyle paylaştığı da görülmemişti. "aç mısın?" diye sormaya bile gerek duymadan ikinci dolmayı osman'ın önüne sürdü ve ardından polis memurlarına seslendi;

    - alın bunu! adliyeye götürün. hakkında şikayet olduğundan, savcının görüşmesi lazım. salı-verildiğini görene kadar oradan ayrılmasın biriniz. olmaz da! velev ki kızın babası kodamanlardan birini araya koyup mahkemeye sevk ettirdi. haberim olsun, anlaşıldı mı? haberim olsun.

    oysa, o'na anlatacak çok şeyi vardı osman'ın. ancak başkomiser, sonlarına yaklaştığı meslek yaşamı boyunca nice osmanlar görmüş ve dinlemişti. öyle ki, osman'ı, osman'a kendinden daha iyi anlatabilecek kadar.

    polisler eşleğinde adliyeye götürüldü osman. pazar günü olduğundan diğer günlere göre daha sakindi ama bu yüzden, saatlerce tahta sandalye üzerinde nöbetçi savcının gelmesini bekledi ve nihayet,

    - savcı bey geldi!

    dedi adliye memuru. Onunla birlikte bekleyen onbeş-yirmi kişi daha vardı. Görevli memur nezaretinde teker-teker odasına girip-çıkıyorlardı. Sıra ona geldiğinde korkuyla kalktı yerinden ve "acaba!" dedi içinden "beni, annemin yanına geri gönderirler mi?" odaya girdiler. Memur kapının yanında dikilip ellerini, saygıyla önünde kavuşturdu ve başıyla otur der gibi masanın önündeki kocaman siyah koltuğu işaret etti. kenarına ilişti Osman. savcı bey, osman'ın yüzüne bakmadan, elindeki evrakları okuyarak sordu;

    - annenden neden ayrılmak istedin?
    - herkes, dışarıdaki dünyadan söz ediyordu ama ben göremiyordum. Görmek, tanımak istedim.
    - pekiyi! nasılmış?

    Osman bir ara durakladı ve sonra cevap verdi;

    - zormuş! ama içeriden daha eğlenceli, orası gibi sıkıcı değil.

    savcı bey, başını okuduğu kağıtlardan kaldırıp osman'a ilk kez baktı ve sordu;

    - çocuk yurdundan neden kaçıyorsun? sokaklarda yaşamak için daha çok küçüksün, sana zarar verebilirler. Bu nedenle seni, o kaçtığın yurda göndereceğim.

    Osman, bir an bile beklemeden cevap verdi;

    - kaçarım! yine kaçarım.
    - dışarıda kimin varki? Bu koca kentin karanlık sokaklarında kaybolur gidersin. Başına bir şey gelse, ardından arayıp-soranın olmaz.
    - olur! abim mahmut arar, salih arar, bir de komiser amcam arar.
    - kimmiş bu komiser amcan bakalım?
    - o, beni buraya gönderdi. polis amcalara da dedi ki; o salı-verilene kadar yanından ayrılmayın. kızın babası kodamanlardan birini araya koyup mahkemeye sevk ettirirse haberim olsun.

    Önce gülümsedi savcı bey ardından, dayanamayıp bastı kahkahayı. telefona sarılıp bir numara çevirdi.

    - alo! başkomiser Nihat orada mı? Ben, adliyeden savcı ihsan.

    Büyük bir pot kırdığının farkına varmıştı Osman ama iş-işten geçmişti artık. Küçücük yüreği gümbür-gümbür atıyor, göğüs kafesine sığmıyordu. Ağzı kurudu birden, gözleri seğirmeye başladı istemsiz.

    - başkomiserim saygılar! Söyler misiniz, ne vakittir araya giren kodamanların taleplerine göre mahkemeye suçlu sevk ediyoruz!

    gülümseyerek uzun uzun dinledi ve ekledi;

    - eh! ben de seni melim-melim meletmez miyim! sen dur hele. öyle kolay kurtuluş yok! elimden.

    Tekrar dinledi bir süre ve sonra,

    - bak! mükellef bir sofra olacak ama bir kuş sütü eksik, bilesin!

    gülerek telefonu kapattı. savcı beyin gülen yüzü, osman'ı biraz olsun rahatlatmıştı.

    - seni yurda göndereceğim.

    dedi savcı bey, osman'a dönerek. tekrar kaçacağından emindi ama görevi gereği de bunu yapmak zorundaydı.

    Üç hafta kadar yurtta kaldı. kaçmak için fırsat kollayarak geçen üç koca haftanın ardından bir gece, çamaşır firmasından temiz çarşafları getiren kamyon için açılan bahçe kapısından dışarı çıktı ve sessizce uzaklaştı.

    dışarıdaki dondurucu soğuğa rağmen iki saati aşkın süre yürüdü. birkaç hafta önce yerleştikleri terk edilmiş gecekonduya geldiğinde saat, gece yarısını çoktan geçmişti. kırık penceresini naylonla kapattıkları odaya girdi. karşı duvardaki alevi cılızlaşmış taş ocağa, salonun yarısı çökmüş çatısından söktüğü birkaç tahta parçasını getirip attı. harlayan odun alevi odayı ışıttığında, kedi yavruları gibi duvar dibine büzüşüp birbirlerine sarılarak mışıl-mışıl uyuyan mahmut ve salih'i gördü.

    ondört yaşındaki mahmut, en büyükleri ve her anlamda abileri idi. on yaşındayken, kendisine tecavüz eden üvey amcasını uykusunda bıçaklamış, çıkarıldığı mahkemede serbest bırakıldığı gün, binbir türlü tehlikenin kol gezdiği sokaklarla tanışmıştı. zeki bir çocuktu. bir süre, hurda-kağıt ve naylon toplamış, kazandığı paranın büyük kısmını sokak çetelerine haraç olarak vermekten bıkıp semt pazarlarında hamallık türü, günü-birlik işler yapmaya yönelmişti. ince, esmer, uzunca boylu, sivri kafalı ve kepçe kulaklı bir çocuktu. kıvırcık-sert saçları, adeta, kafa derisini delip de çıkmış çelik teller gibiydi. belki de yaşadığı o korkunç olayın etkisiyle, suratından hiç gitmeyen mendebur ifadeye rağmen, salih ve osman'ı korumak için çok dayak yemiş ve atmıştı. onlara karşı da sert ve acımasız olmasına rağmen, her ikisi de o'nsuz yapamayacaklarının farkındaydılar. bu nedenle de o'na itaat ediyorlar ve o'nun sayesinde, sokaklarda, ayakta kalabilmenin yollarını öğreniyorlardı.

    salih, oniki yaşındaydı. depremde, annesi, babası, dedesi ve dört kardeşini kaybetmiş, yaşadığı psikolojik sorunlar yüzünden önce teyzesi daha sonra iki amcası tarafından sırayla kapı dışarı edilmişti. bakacak başka kimsesi yoktu ve sokakta kalmıştı. başlangıçta, ailesini kaybettiği günlere zaman-zaman geri dönerek, yaşadığı dünya ile bağını kaybediyor, sokaklarda haykıra-haykıra ağlayıp kendisini yerden-yere atıyordu. bu halini görüp yüreği sızlayan kimi insanlar, alıp hastaneye götürmeyi deneseler de oraya gidene kadar düzelip melek gibi bir çocuk olup-çıkıyordu. işte! böylesine bir nöbet anında, etrafına toplanmış koca-koca insanlar, çember oluşturmuş ve o'nun kendisini yerden-yere atmasını şaşkınlıkla izlerlerken, bu seyir çemberini yırtarak o'nu kollarından sıkıca kavrayıp kendisine zarar vermesini engelleyen çocuk, mahmut'dan başkası değildi.

    küçük bir çocuğun, yağmurda ıslanmış minik bir kedi yavrusuna gösterdiği şefkat ve özenle baktı o'na mahmut. yanından bir an olsun ayırmadan, baba gibi dövüp anne gibi severek ama asla dışlamadan ve incitmeden, çoğu öz abinin dahi gösteremeyeceği sabır ve bir dedede bile zor rastlanabilecek metanetle o'na, kaybettiği ailesi olmayı başardı.

    osman, hapisanede dünyaya gelmiş onbir yaşında bir çocuktu. bakacak kimsesi olmadığı için on yaşına gelene kadar, günün hemen her saati sarhoş ve dayakçı babasını öldürmekten hükümlü annesi ile birlikte hapisanede yaşamıştı. annesinin ısrarlarına rağmen, bir yıl kadar önce hakim huzuruna çıkıp, artık dışarıda olmak istediğini söyleyerek devlet tarafından bir çocuk yurduna yerleştirilmiş ancak, yöneticilerin verdiği disiplin cezalarından usanıp kendi isteğiyle ayrıldığı hapishaneden bir farkı olmadığını düşünerek oradan da kaçmıştı. aç-bilaç dolaştığı sokaklarda düşüp-bayılarak, polislerce alınıp hastaneye, oradan da kaldığı yurda geri götürülmüştü. bu durum aylarca ve her defasında, üç aşağı-beş yukarı aynı şekilde devam edip gitti. ta ki, mahmut ile o çocuk parkında, kaydırakta kayarken karşılaşıp arkadaş olana kadar. dış dünya ile ilgili, hapishane günlerinde edindiği teorik bilgisi tartışılmazdı ancak, pratiğin teoriden çok farklı olduğunu, anlatılan tüm kötü yönlerine rağmen bizzat sokaklarda yaşıyor olmanın farkını, dışarı çıkınca öğrendi. ufak-tefek, sarışın, küçük suratında iğreti duran kocaman mavi gözleriyle sevimli mi sevimli, sessiz bir çocuktu osman. tüm sertliğine ve acımasızlığına rağmen daha ilk günden mahmut'u çok sevmiş, o'na öz abisiymiş gibi bağlanmış, geceleri tiner çekip uykuya dalmak dışında bir dediğini iki etmemişti.

    küçücük beyninde, bildiği tüm doğru ve yanlışlar kavgaya tutuşmuşken, uzun-uzun düşündü osman. yaptıklarını, yaşadıklarını soguladı bir-bir. neydi yanlış olan?

    bir süre sonra, salih'in yanıbaşında duran ve uyumadan hemen önce çektikleri tiner tenekesine takıldı gözleri. gün boyu üzerinden bir türlü atamadığı tedirgin hali ve soğuğun etkisi ile tir-tir-titreyen minik ellerini uzattı. incecik parmakları ile zar-zor kapağını açtı, tenekenin. deniz mavisi gözlerinden akan yaşlar, kutunun içerisindeki tinere karışıp gittiler. avuç içinden daha büyük olmayan yüzünü, tenekenin ağzına gömüverdi ve derin bir nefes çekti. mahmut ve salih'in her gece yaptıkları gibi. ardından bir daha, bir daha çekti. ta ki, zeytinyağlı biber dolmasını paylaştığı komiser amcasının, o'nu ardına alıp parktaki küçük kızın babasına haddini bildirdiği o harika düşe dalana kadar.

    küçücük bedenlerinde kocaman yürekler taşıyan bu üç kafadar, farklı nedenlerle sokaklara düşmüş olsalar bile, kısa yaşamlarına tıka-basa sığdırılmış gibi duran olmadık eziyetleri, dayanılması güç acıları, türlü-türlü çileleri çekmek zorunda kalmışlardı. üçünün toplamından daha büyük yaştaki kimi insanların, onların çektikleri acıların yarısını bile çekmeden bu dünyaya küsüp gittikleri düşünüldüğünde, yaşama tutunma gayretlerine bir değer biçebilmek gerçekten güçtü.
    8 ...
© 2025 uludağ sözlük