ne söylersen söyle hiçbir şeyin değişmeyeceğinin ayırdına vardığın andır. anlatmaya başlasan saatlerce anlatacağını bilirsin ama kendine ket vurursun. ya anlatmaya değecek biri yoktur karşında ya da anlatılabilecek türden şeyler değildir yaşadıkların; ya ''geniş zamanlar'' arıyorsundur anlatmak için ya da kafanda kurduğun sen bütün bunlarla başedemeyecek bir insan değilsindir...
fark etmez.
konuşamazsın.
sözlük üyeliğinin onaylanmasını beklerken, " ulan bi üyeliğim aktif olsun, sol frame in mına koymaz mıyım? kitleleri peşimden sürüklemez miyim?" dersin. halbuki kazın ayağı öyle değildir. hedede hödödö den başka şey yazamazsın. çünkü malzemen ve kaliten buna müsade etmez. bol bol sivilce ve göz numarası yaparsın. ilacı ise altyapı ve rahat olmaktır.
bir ayrılıkta sık sık karşılaşılabilecek durumdur. hele ki terkediliyorsanız, sizi terkedeni seviyorsanız, kalmasını isteyip kal diyemiyorsanız boğazınıza düğümlenir o söyleyecekleriniz. ama söyleyemezsiniz çünkü bilirsiniz ki artık bitmiştir herşey be ne yapsanız boşadır. söylemek istediklerinizi saplarsınız yüreğinize ve susmayı tercih edersiniz.
çok şey söylemek isterken, karşındakinin seni duymadığını bilmek ve ne söylersen söyle hiç birşeyin değişmeyeceğini, seni anlamayacağını görmek. işte tam da bu nedenle hiçbir şey söylememek.
bazende kendini yorgun hissetmenin eseridir, takatin yoktur birşeyler anlatmaya.
... o anın yaklaştığını biliyordum ve bu da kanımdaki adrenalinin kayda değer oranda artmasına sebep olmuştu. heyecandan belki de ölebilirdim o an. ona yazdığım şiiri baştan sona ezberlemiştim. önce şiirimi okuyacak, sonra da ona aldığım yüzüğü vererek duygu patlaması yapacaktım. bu duygu yoğunluğu onu ağlatabilir diye düşünüyordum içten içe. nihayet geldi. tam karşımdaydı. tam onun gözlerine bakar halde söze başlamıştım ki, o da başladı konuşmaya. "önce sen söyle" dedi bana. ben kabul etmedim. "benimki çok önemli değil, sen söyle önce" dedim. sustu, bekledi ve sessizce konuşmaya başladı. sarfettiği kelimeler ve kurduğu cümlelerle, ayrılmamız gerektiğini anlatıyordu bana. zor bir görevi sırtlanmışçasına, ayrılık kararını kendisinin alışını buruk bir gururla açıklıyordu. hiçbir şey söyleyemedim. oysa ne çok şey vardı içimde...
sözlerin yumruk gibi boğazına bastırdığı andır. o kadar basınçlıdır ki ağzını açsan kusacaksın sanarsın. ya kusarsın yada miden bulanmaya devam eder. her hali iğrençtir.
ben istediğim kadar konuşayım karşımdaki duymak istemiyorsa, anlamıyorsa gidip panel yapsam ne fark eder ki diye düşünüp söylemek istediklerini kendine tekrarlayıp durmak.
bazen söyleyecek o kadar çok ama o kadar çok şeyin vardır ama hepsini söyleyebilecek gücün yokturya hani, işte o zaman konuşmaya hiç başlamamayı tercih etmektir.