destan, harika ötesi anlatım. o büyük mücadele, o vatan savunması ancak bukadar güzel anlatılabilirdi. daha ilk satırını okuduğumda gözlerimi doldurur, sonuna kadar nasıl okuduğumu anlayamam, bir bakmışımki gözlerimden damlayan yaşlar ıslatmış yüzümü, şöyle bir toparlanırım, vay be derim. vay be, böyle bir yürek benim ülkemde yaşamış, böyle bir mücadele benim ülkem için verilmiş. gururlanırım sonra, sonra bu mücadeleyle alınan fakat ne hallere getirilen ülkem için üzülürüm.
okuyanlara adeta bir savaş filmi seyrettiren şiirdir. o kadar net ve duygu yüklü anlatılmıştır ki bunu okuyan kimsenin duyarsız kalması mümkün değildir.
uçaklarin uçuşunu, gökten bombaların siperlere düşüşünü ve patlayışını, mehmetçiğin korkusuzca karşı koyuşunu, sonra da alnından vurulup toprağa serilişini canlı canlı görür yaşarsınız bu şiirde.
'vurulmuş tertemiz alnından öylece yatıyor,
bir hilal uğruna ya rab ne güneşler batıyor!...'
devrimin alasının kendi topraklarımızda kahraman askerlerimiz tarafından çapulsuzlara karşı verildiğinin destanıdır... bu ülkede bunu bilmeyen kalmamalıdır.
ezebere bildiğim ortaokul ve lise yıllarında törenlerde gür bir eda ile okuduğum, istiklal marşımızdan sonra en kaliteli şiirdir.
ortaöğretindeki gençlere ezberletilmesinin yanında, ruhunu üflemek yerinde bir davranış olur.
anıtkabirde bulunan ve çanakkale savaşını temsil eden rölyeflerin bulunduğu odada okunsa insanı ağlamaktan bitap düşürecek şiirdir. bir onur abidesidir.
mehmet akif ersoy tarafından çanakkale şehitleri için yazılan muhteşem şiir. lütfen bir kez de güneydoğu da kaybettiğimiz aslan parçaları için okuyalım ve bir iki damla gözyaşımızı içimize gömelim.
destansı şiirlerimizdendir. her okunduğunda gözleri yaşartır. şu beyit nedeniyle akif bazı çevrelerce eleştirilmiştir:
ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhid'i...
bedr'in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi...
eleştirilmesinin sebebi ise çanakkale şehitlerinin bedir savaşı şehitlerinden üstün tutulması. yani sen o kadar büyüksün ki bedir de şehit olanlar sana ucu ucuna yetişir gibi bir anlam çıkıyor. ama bu şiirin büyüklüğüne zarar verir mi? tabii ki vermez.
sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
"gömelim gel seni tarihe!" desem, sığmazsın...
bir sehit icin ancak bu kadar büyük bir deger bicilebilirdi dedirten, m.akif'in en güzel siirlerinden birisidir.
şair ilk mısralarda, batılı güçlerin "ufacık bir karaya" nasıl saldırdıklarını anlatıyor. gelen bu insanlar oldukça çeşitlidir. dünyanın her bir yanında insan gelmiştir. çanakkale mahşer yerini andırır şaire göre. savaş alanının vahşetini görüyoruz daha sonra. savaş sırasaın toprağın altının ve üstünün yer değiştirdiğini üstü kapalı da olsa anlatıyor (Çanakkale savaşı sırasında lağım denilen yeraltından siper kazılmıştır. düşman kuvvetleri bunları fark ettiklerinde buralardan türk askerlerinin üzerine kızgın yağ dökmüşlerdir. bu siperleri çankkale'de hala görebilirsiniz.). daha sonraki dizelerde türk askerinin çanakkale'yi canı pahasına nasıl koruduğunu anlatıyor. insan vücudunun parçaları havada uçuşuyor. sonra mehmetçiği övüyor. asım'ın nesli derken türk gençlerinden bahsediyor. (asım şairin oğludur.) Onun için gökten ışık indiriyor, Kâbe'yi mezar taşı olarak getiriyor... ama yine de yaptıklarını yeterli görmüyor. en sonunda da "sen benden mezar bekleme; çünkü peygamber sana kucak açmış. senin mezarın onun kucağıdır." diyor.
dünyada okuyabileceğin tek şiir olacak, hangisi diye sorsalar bu derim, bu nasıl bir şey, bu nasıl bir anlatım, batı batı diye diye kimliksiz, soyguncu, namussuz bir millet için miydir bunlar, her şey çok açık ortadayken yanlışlarda direnmek niye, bu nasıl bir şair, bu nasıl bir asker, bu nasıl ruh, bu ne maneviyat, bu ne iman, bu ne din, bu ne yaşam, bu ne ölüm, yok başka zulüm..
ulusalcılık, milliyetçilik, sağcılık, solculuk, hangisi, hepsi, hiç biri, çanakkale şehitleri'ne anlatıyor benim arzumu, benim hayalimi, benim idealimi, benim hedefimi, yaşamımı ve ölümümü, allah bu millete çanakkale ruhunu yaşamayı nasip etsin. amin.
Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,
Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle- "Bu bir Avrupalı!"
Dedirir: Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi... Mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor karşısında,
Ostralya'yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâ'ûna da zuldür bu rezil istilâ!
Ah, o yirminci asır yok mu, o mahhlûk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcud ise, hakkıyle sefil,
Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel'undaki tahribe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.
Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam,
Atılan her lâğamın yaktığı yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el ayak,
Boşanır sırtlara, vâdilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
Sürü halinde gezerken sayısız tayyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal'a mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te'sis-i ilâhî o metin istihkâm.
Sarılır, indirilir mevki'-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkif edemez sun'-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ'nın ebedî serhaddi;
"O benim sun'-i bedi'im, onu çiğnetme" dedi.
Âsım'ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:
işte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek.
Şûhedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar...
Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid'i...
Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
"Gömelim gel seni tarihe" desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
"Bu, taşındır" diyerek Kâ'be'yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ'yı uzatsam oradan;
Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına;
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak salvetini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin'i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, islâm'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, ruhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın... Heyhât!
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âguşunu açmış duruyor Peygamber.