sisli, korku filmlerini aratmayacak bir yolculuk yapıyorum.
gece 2, 3.
uyuyamıyorum, rahat da değilim, bu kez içimde kavuşacak olmanın sevinci falan da yok. camdan dışarı bakıyorum sadece. hiçbir şey görünmüyor. birkaç milyon saat sonra, sonunda evimdeyim.
"öldü."
pardon, afedersiniz ama "hoşgeldin"lere noldu?
öylece bakıyorum. peki. kurtulmuş sonunda.
bu kadar kolay değil işte. daha 15 saat önce biletimi aldığımda, sevinçle "yarın seni görmeye geleceğim" deyişim... kelimeler, ses yığını beynimde, kulaklarımda, masanın üstünde.
gözlerimi kapatıyorum.
birkaç saat, sadece birkaç saat.
treni, uçağı, otobüsü ya da randevunuzu kaçırmaya benzemiyor ki hayatı kaçırmak.
gidiyoruz. ev kalabalık. yüzünü gösteriyorlar. tükenmenin başka türlüsü olamaz diye geçiyor aklımdan. sararmış yüzüne dokunuyorum, buz gibi. karşımda ağlayan kadına bakıyorum. kaç yıl var acaba cesedinin başında onun gibi beklememe? belki o zaman ağlarım kim bilir...
30 saati bulmuştur uykusuzluğum. sadece duruyorum, bakıyorum. benden yarım yüzyıl fazla nefes almış kadınlar ellerime sarılıp, saçımı okşuyorlar; neymiş? başım sağolacakmış. sadece başın sağolması tüm bedeni kurtarır mı ki? merak ediyorum.
ağlıyorlar, şu çıkarcı pislikler köpek gibi ulurken suratlarını dağıtmak istiyorum. karanlık odada üç gün bekletilmiş jackie chan'i üstünüze salsam pek bir makbule geçerdi mesela. 1,5 yıl önce yine bu evde yaşadığım o tiksinme dolu çığlık atma isteğiyle savaşıyorum. sevinç gözyaşlarınızı nasıl da üzüntüyle etiketleyip şov yapıyorsunuz et torbaları! üstünüze kussam, kahvaltım ziyan olur biliyorum.
"ölü" yıkamaya gidiyoruz. yaşım küçük. aralarındaki en küçük ama en sessiz boy. vücudundaki yaralar önümüze serildiğinde, biri dayanamayıp dışarı çıkıyor. bir insan vücudu nasıl bu hale gelebilir? zamanında şehvet merkezi sayılan bu beden... o da nesi? suratını sabunlu bir bezle ovalıyorlar. ağzına, burnuna kaçar; nefes alamaz diye itiraz edesim geliyor; sesimi kesiyorum. yıkanırken nasıl savrulduğuna bakıyorum, kendimi bildim bileli sinirime dokunan kuru inadından beklenmeyecek denli feci bir boyun eğiş...
sağ bacağının arkasındaki o kocaman taşlaşmış yarayı görüyorum. her yer sallanıyor, hafiften deprem oldu sanki; bak hala devam ediyor.
"ah be çocum sağ bacağım ağrıyor biraz, yoksa çok iyiyim."
şimdi düşeceğim sanırım, başım şu mermere çarpacak ve hiç de sağolmayacak.
karşımdaki deri kaplı iskelete bakıyorum, hiçbir korku filmi bu kadar gerçek olamaz diyor bir ses. ben zaten hiçbirinden korkmuyorum ki. elimde hortum, suyla yıkıyorum onu. kan toplayıp, sarı yüzüyle tezat oluşturan kulağına bakarken fısıldıyorum:
"insan, aslında her zaman kendine üzülür."
deterjan reklamından fırlamış gibi görünen bembeyaz çarşaflar kesiliyor. kundaklanan bir bebekten farkı yok. sadece yüzünü görüyoruz artık, bir film şeridi gibi akıyor hayatı aramızdan. sonra o da kapanıyor. bağlıyorlar; küçükken bakkaldan aldığım, ambalajına bayıldığım şekere benziyor bu haliyle.
ölümün teğet geçtiği hayatlarda sıklıkla görülen hayata bağlanma, kişisel gelişimine odaklanma, mutlu olma üzerine aforizmalar savurma gibi durumlardan nasibimi almıyorum. sağolma temennileriyle şımartılmış başımın içinde sorular, tümceler ve yarım kalmış kelime parçacıklarından oluşan paragraflar köşe kapmaca oynamaya devam ediyorlar; köşelerin çoktan tutulduğunu bilmeden.