Atatürk'ü öyle çok sevdi ki, kulluktan yurttaşlığa taşıdığı, tebaadan cumhura çıkardığı bu ulus, öldüğünde kimselere ağlamadığı kadar ağladı.
Hele onun devrimlerine eşlik ve yazdığı tarihe tanıklık eden ilk Cumhuriyet kuşağı, atasının dedesinin hiçbir sultanın mevtasına bağlamadığı kadar karalar bağladı.
O gün bugün, tam 72 yıldır yastayız.
Bir ulusun, ömürler boyu tuttuğu yasın uzunluğuna şaşacak gafillere verebilecek tek yanıtımız var: Atatürk'ün yokluğundan duyulan acıyı kuşaktan kuşağa aktaran Cumhuriyet, yokluğundan doğan boşluğu da sürdürdü. Atatürk'ün yerini doldurmak zaten zordu, ardından gelenler kendi çapsızlıkları anlaşılmasın diye yerini boş bırakmak, hatta boşluğu iyice derinleştirmek ve kimseye doldurtmamak için de gereken önlemleri aldılar.
***
Öyle çok sevdiler ki Atatürk'ü, içini boşalttılar, o zarif ve yakışıklı adamı ucubeye çeviren heykeller yaptılar, canlısına hakaret, suretine ihanet eden irkiltici ve korkunç putlarla donattılar ülkeyi.
Birini vatan savunmasında feda ettiği gözlerinde Akdeniz'in mavisini, beyninde Ege güneşini taşıyan bir güzel insanı, patates burunlu, çalı süpürgesi kaşlı beton kalıplara döküp, yas karasına boyadılar!
Öyle çok sevdiler ki Atatürk'ü, onu Meclis'te konuşurken gösteren ve gerçek sesini içeren en önemli belgesel filmler, ikitelli'de bir manavda bulundu!
Öyle çok sevdiler ki Atatürk'ü, kalıbını boşaltmakla kalmayıp, sesini ''incelttiler''! Yıllardır kuşkulanırdım, bunca sigara içen birinden böyle ses çıkamayacağından. Haklıymışım. Prof. Dr. Sami Şekeroğlu, 1975 yılında sebze meyve almaya gittiği manavda bulmasaydı o filmleri, hâlâ bilmeyecektik, Atatürk&'ün sesiyle de kalıbına uygun ve yorgun bir bariton olduğunu.
Öyle çok sevdiler ki Atatürk'ü, ölüsünü yaşatacağız diye betona döküp diktiler, asıl diri tutulması, kuşaktan kuşağa aktarılması gereken dehasını, devinimi savunan düşüncelerini derin dondurucuya gömdüler.
***
Böyle böyle, öyle çok sevdirdiler ki Atatürk&'ü, putlarından gına getirtip, ilericiliğinden gericilik damıttılar, çocuklarından düşman yarattılar.
Öyle zorla sevdirdiler ki, çok sevenlerin yerini alamadıkları için korudukları boşluğu düşmanlarıyla doldu: Onun, devletle büyüsün diye ektirdiği ağaçları kestirdiler, ormanları ve Hazine arazilerini talan ettiler. Kurdurduğu çiftlikleri kuruttular, yerli tarımı, hayvancılığı bitirdiler. Ya da ''mangal alanı''na dönüştürdüler. Devlet işletmelerini, fabrikalarını, madenlerini, işçileri ve bankalarını memurlarıyla birlikte, haraç mezat sattılar.
Bu ülkede, kurduğu devlet Savarona'yı satacak ve satın alan yurttaşı, onun adıyla bütünleşmiş bu gemiyi, abazan Arap şeyhlerine ''love boat''olarak kiralayacak kadar çok sevildi Atatürk.
***
Biz cumhuriyetçiler de öyle çok sevdik ki Atatürk'ü, suretini yakamıza taktık, boynumuza astık: Onun ölümüyle dirilen, karanlıkla birlikte Cumhuriyet'in kanını içmeye kalkan mürtecileri, sarmısak koçanıyla vampir savar gibi, Atatürk sureti gösterince kaçarlar, sandık.
Öyle çok sevdik ki Atatürk'ü, ölümsüz kılacağız, anısını yaşatacağız diye boşluğunu doldurmadık. Eserinin üstüne bir taş da biz koymadık, yaktığı meşaleyi ileriye taşıyabilecek, gelecek kuşaklara ''umut'' olabilecek bir amaç, bir erek, bir adam yaratamadık.
Biz Atatürkçüler, yüzde yetmişi otuz yaştan genç bu topluma parlak gelecek diye geçmişin aydınlığını sunabiliyoruz, ancak... Cumhuriyeti korumak için şahlandığımızda bile umudu Anıtkabir'de arıyor, yön onun kurduğu TBMM olmalıyken, Anıtkabir&'e yürüyoruz. Yüzde yetmişi otuz yaştan genç bir halka, aydınlık gelecek, varılacak erek diye bir mezar anıtı gösteriyoruz!
Cumhuriyetin 87. yılında, içine düştüğü açmazı nasıl bir acz içinde seyrettiğimize bakılırsa, yani iyi ki bu kadar sevmişiz Atatürk'ü, diyeceği geliyor insanın. Ya bir de sevmeseydik?
Atatürk, devrimci bir dâhi, yenilikçi bir aydındı. Donuk ve köhne bir tapınmayı hiç hak etmiyor. Onu sevmek, yaptıklarını, yazdıklarını, okuduklarını anlamak ve boşluğunu doldurmaya çalışmaktan geçmeliydi.
Kısır sevgi, bazen ihanete eşdeğer sonuçlar verir ve nitekim, veriyor.