sözlerime burayı kediler başmış diyerek başlamak istiyorum.
kendisinden pek hazzetmesem de roni margulies güzel açıklamış inanma ihtiyacını; ''Anlamadıkları, çözemedikleri, karınlarını doyuramadıkları, mutlu olamadıkları bir dünyada insanların çektikleri tüm acılara karşı yarattıkları bir ilaç (dinden bahsediyor), yaralarını rahatlatmak için imal ettikleri bir merhem. Evet, ilaçtan ziyade plasebo, şeker kaplı bir leblebi tozu hapı belki, ama doktorlar bilir, plasebolar ilaç içtiğini zanneden hastaları çok zaman iyileştirir. Böylesi bir ilacı ancak hiç acı çekmemiş olanlar; açlıktan, yoksulluktan, çaresizlikten, dünyanın adaletsizliğinden ve anlamsızlığından bihaber olanlar küçük görebilir.''
din inanmaktan başka bir desteği olmayan insanların rahatlatıcısı, kurtarıcısıdır. insanoğlu kendi fikrinde ulaşılmayacak ve koruyucu bir güç yaratmış ancak bir süre sonra onu kendinin yarattığını unutmuş; kendini var edebilenin ve dünya üzerindeki her şeyi kontrol edenin ancak böylesine bir güç olabileceğini düşünmüş. buraya kadarında bir sorun yok, inanmak insanları rahatlatıyorsa, mutlu ediyorsa, daha kolay yaşamalarını sağlıyorsa eğer inanmalarında bir sakınca yok. sorunlu olan nokta dinin kullanılması ve bunun üzerinden insanlara yüz yıllardır uygulanan baskılar.
cumhuriyete kadarki toplum biçimlerinin büyük kısmında (ilkel toplumlar hariç), hangi dine inanılırsa inanılsın iktidar tek kişinin elindeki bir güçtür ve bu gücün ona tanrı tarafından verildiği kabul edilir. liderlerinin tanrı tarafından seçilip desteklendiğini düşünen halklar yoğun baskılara bu inanç doğrultusunda göğüs gerer, lidere karşı çıkmayı tanrısına karşı çıkmak olarak görür, isyan etmezler.
sanayi devrimi sonrası burjuvazinin oluşmaya başlaması ve gelişmesiyle birlikte özellikle avrupa'da kiliselerin halk üzerinde kurduğu baskı sorgulanmaya, kimi yerlerde kırılmaya başlar.
fransız ihtilali ile birlikte doğan ve tüm dünyaya yayılan 'modern cumhuriyet anlayışı' ile birlikte devletleri yönetme yetkisi tanrılardan alınıp insanlara geçirilmiştir. yönetimin tanrısal bir anlamı olmadığı için halk da yönetime katkı koyabilmiş ancak kurulan cumhuriyetlerin (türkiye'deki de dahil) burjuva niteliğinden dolayı yönetim yeniden belli zümrelerin eline geçmiş ve o zümreler de halkı kah dini söylemlerle, kah liberalizmle, kah milliyetçilikle ya da sol söylemlerle etkilemeye çalışmıştır.
bu günümüzde de yaygın olarak kullanılan bir yöntem. günümüzde ağır koşullar altında çalıştırılan işçiler, dini inançları dolayısıyla bu duruma isyan etmez, şükrederler. bu onların suçu değildir kesinlikle. suç olan insanları dini bilgilerle donatırken bilimsel ve felsefi yönlerini eksikli bırakmak, bu şekilde sadece onların dini inançlarını savunuyormuş gibi görünerek onların desteğini almaktır. bu sayede halk yok parasıyla 1 ekmeğe 80 kuruş verirken cumhurbaşkanının maaşının 30000 tl olmasını önemsemez. bu nedenle kendinin değil de onların hakettiğini düşünür. şavaşlar, iş başında ölüm, askerlerin şehit olması gibi durumlarda da neden böyle olduğunu sorgulamaz, bunun tanrının emri olduğunu savunurlar. halbuki yaratmış da olsa, yaratılmış da olsa hiçbir tanrı kendine inananlara böylesine kötülükleri reva göremez. gördüğü taktirde dinin varoluş nedeni (yani insanları gözetmek, koruyup kollamak) ortadan kalkmış olur.
lafın özü buradaki mesele inanmak değil inancın üzerinden sömürülmeye açık olmamaktır, karşı durmaktır.
son söz: vakti zamanında marx ve engels'in dediği gibi, işte bu nedenlerle; ''din, kalpsiz bir dünyanın kalbi, acı çeken kitlelerin afyonudur.''