ben bu yazıyı üvey babama yazdım

entry10 galeri
    1.
  1. yatak altlarını hatırlıyorum ve kapakların ardından vitrine sızan salonun o sevimsiz beyaz ışığını.

    ayağında, sahte deri kaplı o siyah terlikler, sağa sola ağzından köpükler saçarak dolaşan koca göbekli adam çok kızmıştı. nerde o pickurusu diye, endişe içinde başını önüne eğen, sakat ellerini bacaklarında birleştirmiş kadına doğru yöneldi. kadın buz kesmişti, kadın kendine bile küsmüştü; bu adama yanıt vermek zorunda kaldığı için.

    adam salonu cezaevi avlusu gibi kullanıyordu adeta. tekli koltuğa doğru ani bi hamle yapıyor ve saniyeler sonra üçlü koltuğun önüne düşüyordu gölgesi.

    karanlık ve dardı mekanım. elimde bi menekşe yaprağı, rengini seçemiyordum ama kırmızının önde gideniydi; horoz şekerleri gibi.

    öylesine bi kırmızıydı ki; gözlerimi alamıyordum. koklamaya bile yeltenmeden sadece okşamak istedim kadife yangınlarını. sahip olmaksızın, kısa bi an dokunmak sadece ve bu tamamen aramızda kalacaktı.

    dalmış onu izlerken akrep 5'i yelkovan 25'i gösteriyordu; adamın hiç şaşmayan eve geliş saati. odamda olmalı ve ayak altında dolanmamalıydım. arkadan lastikle kafatasıma sabitlenmiş gözlüğüm burnumun üzerine düşmüştü ve bi elimle onu düzelterek derhal oradan uzaklaştım. oysa diğer elim menekşeden ayrılamadı. saksı menekşeye küstü o gün, bense hayata.

    ayak sesleri giderek zile doğru yaklaşıyordu ve yatağın altında elimde menekşe kırmızısı susmaca oynuyordum legolarımla; en deniz, en çimen ve en güneş legolar... sesleri çıkmadı legolarımın; emretti kafası adam bedeni lego olan kralları, itaat ettiler.

    yiyecek tırnakları bile kalmayan ellerimle gözlerimi kapadım o tuvalete doğru tokatlı, yumruklu ellerini yıkamaya gittiğinde. o sanki bulmak için programlanmış bi robot oyuncaktı; hiç sahip olamadığım. kırmızının hesabını soracaktı bana ve tıpkı diğer renklerin hesabını da sorduğu gibi. bu sefer daha çok saklanmalı hatta nefes bile almamalıydım. aksıra hınkıra temizlediği burun sesi imdadıma yetişti ve gürültüden faydalanıp hemen salona kaçtım. sağa sola baktım. bi şeylerin altına saklanmak yeterince güvenli değildi artık ve tam o anda vitrin krallığıyla karşılaştım. kocamandı. camlarla süslü koca bi krallık. kristalden askerler tarafından korunuyordu. ve açtı kapılarını bana vitrin. dantel giydirilmiş tabaklar buyur etti beni içeri, günün en sessizi bendim.

    kadın başıyla oyun oynuyordu; bi aşağı bi yukarı... "piç deme evladıma" diye başlıyordu oyun; kısık sesle! ve "deme demee demeeeeé" diye devam ediyordu. adam kadına doğru "seni deee kızııını daaaaaa" diyerek oyuna katılmak istedi. kadın elini kaldırdı yüzüne gelen saçlarını düzeltmek istiyordu ama adam daha erken davrandı. ellerinde kadının saç telleri... mintax baloncukları gibi saçıldı salona esmer çiçekler... yerde hep şakacıktan ağlayan o kadın; benim annemdi. ve üzerinde tepinen babaların en üveyi.

    sustu vitrin, sustu kırmızı...

    dokunma anneme! dokunmaaaaaa!

    vitrin krallığından çıkarken, bi elimde menekşe kırmızısı diğer elimde pasta tabağı, hi-man duruşu yaptım, piclerin gücü adınaaa.

    önce ben uçtum, sonra tabak ve sonra duvar imparatorluğuyla tanıştı bedenim ve nihayet kahverengi halıfleks perisi sildi kanayan dudağımı. sonra uyumuşum ben orda, melekler şahit olmadan dinime imanıma ve "yattım kaldırma allah" diyen annemin hemen yanında.

    bi tanecik kırmızıydı. pembe dudaklarımı kana bulayan ve annemin saçlarını yolduran. bi adamı delirten ve insanlığı ona unutturan. ne kırmızıydı ama be!
    57 ...