yapış yapışlığın biteyazdığı rüzgarlı mı serin, serin mi istanbullu bir yaz akşamı... ağustos 22... şimdi boğaziçi elektrik'in ana şalterlerini kapatmak gerek. "bu zifiri karanlık böyle iyi, aferin boğaziçi elektrik genel müdürüne" olurdu o zaman. şiirbaz bir elektrik idaresi genel müdürü fikri neden abartılı olsun ki? 10 kasım'da sirenler çalar, herkes bir dakika susar. ağustos 22'de de her yer bir dakikalığına zifiri karanlık olsa ve her şey ve 'kes kapkara sussa fena mı olur? hadi ben bireysel olarak başlıyorum; evimin ışıklarını kapatarak. (genç adam yerinden kalkar, hol'ün ışığını kapar ve bilgisayar başına yeniden oturur. geçti mi ömürden 9 saniye daha.) terlikleri çıkarıp atıyorum. uçuşan perdelere gazoz ısmarlıyorum, kanıyorlar, susuyorlar. mahallenin veletlerini susturmak namümkün. "bukowski silahı" lazım bir tane. çay var ocakta, altı hafif kısık. mavi alevi kapamak lazım, zira hedef mutlak karanlık. ey dünyadaşlar, be hey kainatdaşlar; ben üzerime düşeni yaptım, gerisi sizin probleminiz.
kimse kimsenin umrunda değil aslında. kimse kimsenin.... ne acı ve ne komik! yaş alınca yaş verince alışılıyor yavaş yavaş. kafi miktarda daha oyalanıp zevzeyip hüzünlenip dellenip hırslanıp öfkelenip sövüp eğlenip aşk yaşayıp güzel kadınların kasıklarında uyanıp yemekler yiyip memleketler gezdikten sonra, "e yeter, tamam artık" dememle beraber bir tane kitap alıp yanıma, basıp gidecem. yalnızca bir tane kitap... kutsal bir kitaptan medet ummak artık eski bir masal. benim kitabım başka. süssüz patırtısız sakin ve abartısız. orada her şey yazıyor. yeter. fazlası ne gerek? şimdi değil ama. daha var.. biraz daha...
bir de şöyle bir durum var şimdi. turgut uyar diye biri hiç doğmamış olsaydı acaba ne olurdu? büyük saat adlı kitaptaki şiirler hiç yazılmamış olsaydı ne fark ederdi? ben büyük ihtimalle yine o çayı demliyor olurdum şu an. izlenmeyi bekleyen bu güzelim film yine yanımda olurdu. ve rüzgar ve bu istanbul ve şu henüz başlamış ezan ve mahallenin piçlerinin patlattığı çatpatlar ve saçımda kendini belli etmeye başlayan beyazlar, köprüden geçen arabaların gürültüsü, kaldırımların en çok üzerine basılan yerleri, sevişme kokuları, komşu gülmeleri, bakkal çıraklarının iftar molaları, sigarayıbırakmışgençinsanlarkulubü, biten yazlar... her şey, herkes olurdu yine olurdu bir şekilde.
kimseye aldırmadan ve herkesi öğüterek büyüyor dünya.
ama kafa saatini büyük saat'e göre ayarlayanlar? onlar nasıl olurdu? bambaşka şairlerin şiarlarına takılıp kalırlardı elbet. hiç bilinmeyen, özlenir mi hiç? hayat bildiği gibi devam ederdi yine. ancak benim için tek bir fark olurdu galiba: "en güzel söz henüz söylenmemiş olandır" cümlesine büyük ihtimalle inanıyor olarak yaşardım.
çünkü turgut uyar'dan başka hiç kimse kesin kes, mutlak bir itimatla, aksine ikna edemezdi beni.
şimdi biliyorum ki en güzel söz çoktan söylenmiştir.
en güzel şiir yazılmış olandır.
dünyanın en büyük şairi de turgut uyar'dır.
abartıyor muyum? sanamam. sanana da bir şey diyemem...
tüm bunları sözlük denen ortama yazmak da, biraz, nasıl desem, sevimsiz geliyor bana aslında. camdan aşağıya bağırsam mı yoksa? ahaha. insan ne kadar zavallı ve ne kadar aciz. paylaşmak istiyor bir şekilde içindekileri. ve bir husus daha var: yazılanlar kayda geçiyor ve böylece sanki daha sağlıklı bir şekilde haberdar olacaksın düşüncelerimden... gibi geliyor... insan ne kadar aciz! ah ah!
çok gevezelik ettim. yeter.
ah usta,
güzel usta,
votka?
sen şiirini okurken ben geçiyorum mutfağa. buyrun lütfen, şeref verin gecemize:
"ağaçlar da büyüyor tırnak etleri de
birtakım saçlar da uzaklarda
herkesi bir başka neden
bir başka hüzne götürüyor
çok kimse bıkıyor günden akşam olmadan.
biliniyor o ayrı bir sorundur gerçi
herkesin kendisi ile cesedi arasındaki."