Fırat ve Dicle nehirleri arasında Mezopotamya denen bölgede, tarih boyunca halklar yerleşti. Birçok millet bu bölgeye geldi ve buradan göçüp gitti. Birbirlerine bulutlar gibi karıştı. Bilahare birbirlerinden yeniden ayrıldı. Bu birleşme ve ayrılma uzun müddet sürdü. Mezopotamya gerçekten birçok milletin ve medeniyetin doğduğu, geliştiği ve birbirine karıştığı münbit bir alandır.
Bir dağın tepesinde kurulmuş olan Mardin, Yukarı Mezopotamya'nın en eski şehirlerinden biridir. Harika bir doğa güzelliğine sahip, üzerine kurulduğu dağlardan aşağıya göz alabildiğine uzanan bağ ve bahçelerle bezenmiş, yemyeşil Mezopotamyaca sanki bekçilik etmektedir.
"MÖ.8000 yıllarında 30 ve 40 Kuzey enlemleri arasında bulunan ve Anadolu'dan iran'a doğru uzanan 1500 km. lik bir alanda hem tahıl yetiştiriliyor hem de hayvan sürüleri besleniyordu. Bu alanda yapılan kazı çalışmaları sırasında çıkan kemiklerden anlaşıldığına göre koyun ve keçi sürülerinin beslenmekte olduğu anlaşılmaktadır." Tarımın başlangıcını, ilk çiftçileri ve çobanları anlatan kitapların ortak sentezi bu olduğuna göre; Mardin de sözü edilen enlemler arasında bulunması itibariyle M.Ö.8000 yıl öncesine kadar giden bir yerleşik geçmişe sahiptir diyebiliriz.
Mardin, mimari, etnografik, arkeolojik, tarihi ve görsel değerleri ile zamanın durduğu izlenimini veren Güneydoğunun şiirsel kentlerinden biridir. M.Ö.4500'den başlayarak klasik anlamda yerleşim gören Mardin, Su-bari, Sümer, Akad, Babil, Mitaniler, Asur, Pers, Roma, Bizans, Araplar, Selçuklu, Artuklu, Osmanlı dönemine ilişkin bir çok yapıyı bünyesinde harmanlayabilmiş önemli bir açık hava müzesidir.
Geçmişi tek karede dondurmayan, taş sokaklarında dolaşanlara geniş bir tarih yelpazesi sunan büyüleyici bir şehirdir.