Yeterince sevmeyen erkeklerin arkasından yazan kadınlar tanıyorum. Bambaşka bir şey anlatırken, sözü mutlaka artık yanlarında olmayan o erkeğin yanlış tercihine getiren, terkedilmişliklerini, yalnızlıklarını kelimelere sarıp, yazının intikamıyla iyileşmeye çalışan kadınlar... Acıklı ve anlaşılabilir.
Artık yakın olmadıkları biriyle, çoğunlukla kendilerinden daha akıllı, daha mutlu ve daha kudretli olduğunu itiraf edemedikleri bir erkekle yazarak hesaplaşmaya çalışan, fikir yazdığını iddia ederken her cümlede parça parça kendini yazan öfkeli erkekler tanıyorum... Acınası ve anlaşılması güç.
Onlar kızdıkları, kıskandıkları, başa çıkamadıkları, nispet yaptıkları tek bir kişi için yazıyorlar... Bir tek kişinin okuması, düşünmesi ve belki biraz incinmesi için.
Ve tabii, şimdilik gitmesek de görmesek de, eninde sonunda yerleşeceğimizi bildiğimiz o uzak köye çoktan göçmüş olanların ardından üzülerek, özleyerek, affederek ve onların artık asla okuyamayacaklarını bilerek yazan kadınlar ve erkekler tanıyorum. Yaşıyor olmanın utancıyla ya da son bir görevi yerine getirircesine ya da bu diyarda biraz daha yalnız, biraz daha eksik, biraz daha çaresiz bırakılmış olmaya isyan ederek ağıt yakıyorlar... Aslında tek bir kişiye yazmak isterken o kişi üzerinden, o kişi hariç herkese kendilerini anlatıyorlar. Ölümün bıçak gibi kestiği bir ilişkiyi yazıda sürdürmeye çabalıyorlar sanki; ölenin ardından yazarak yaşamaya çalışıyorlar... Bu çabayı anlıyorum, insanın içini nasıl acıttığını biliyorum.
Âsi gazeteci öldü, popüler romancı doğdu
Yılın ikinci günü, El Pais gazetesinde neredeyse her satırı aklıma kazınan bir makale okudum. Başlığı dikkatimi çekmişti önce; Interprete de los silencios (Sessizliklerin tercümanı). Bu tarife uygun bir adamı anlatıyordu; sessizliğin içine doğmuş, hayatını susmamak üzerine kurmuş ve vakitsiz yerleştiği o uzak köyden bile sesini duyurmayı sürdüren bir yazarı.
Bu yazarın adı, Stieg Larsson... Bizde henüz fazla tanınmasa da, dünya çapında 23 milyon okura ulaşan Millenium Üçlemesi ile Avrupa ve Amerika’da son birkaç yıldır bir fenomen Larsson; Kasım 2004' te aşırı sağ gruplara karşı mücadelesiyle tanınmış âsi bir gazeteci olarak ölmüştü, 2005' te kitaplarının yayımlanmaya başlamasıyla milyonlarca insan için âdeta yeniden doğdu. Bugün dünyanın en sevilen polisiye romancılarından biri...
Sessizliklerin tercümanı ise muhtemelen çok az kişinin tanıdığı gibi anlatıyor Larsson' u; elli yaşında hayata veda eden isveçli gazeteci-yazarın gözlerine bakıyorsunuz sanki okurken, yalnızlığını görmekle kalmıyorsunuz onun, içindeki kalabalığa da karışıyorsunuz.
Makaleyi, yazarın arkadaşı, meslektaşı, sırdaşı ve Millenium Üçlemesi' nde kendi adıyla boy gösterecek kadar yakını olan Kürdo Baksi kaleme almış. Kürdo Baksi ismi tanıdık gelebilir çoğunuza. Kürt meselesini dünyada en fazla tartışan uzmanlardan biri o; 1965' te Batman' da doğan, 1980' de ailesiyle birlikte isveç' e iltica eden ve barışı savunan yazı ve kitapları nedeniyle 2000' de Uluslararası Olof Palme Barış Ödülü' ne lâyık görülen bir gazeteci. Bense, El Pais' teki makalesini okuduğumdan beri, aynı zamanda çok iyi bir yazar olduğunu düşünüyorum onun; ölen arkadaşını o kadar sakin ve sahici anlatabilen adamı merak ediyorum. Ama konumuz Kürdo Baksi değil bugün; konumuz, Baksi' nin makalesinin ve haftaya isveç' te, ardından da ispanya ve Almanya' da yayımlanacak olan, okuyabilmek için sabırsızlandığım yeni kitabı Min van Stieg Larsson' un (Arkadaşım Stieg Larsson) kahramanı...
Yalnız ve sessiz erkeklerin diyarından...
''Bunu yazmak bana acı veriyor ama Stieg Larsson çok iyi bir muhabir değildi'' diyor Baksi. ''Bunun nedeni basitti'' diye sürdürüyor sözünü, ''Stieg' in dünyasında tarafsızlığa yer yoktu.''
Taraf olmayı seçen, kalemiyle derinleri kazıp haksızlıkları günışığına çıkaran, yorulmayan, dinlenmeyen, boyun eğmeyen bir gazeteci Larsson; Baksi' nin deyimiyle dünyanın en iyi araştırmacılarından biri, Larsson' un nasıl Larsson olduğunu ise çocukluğuna uzanarak anlatıyor Baksi:
''1954 ağustosunda isveç' in kuzeyinde, bu toprakların gerçek sahipleri olan Laponların memleketinde, her yerin kar, güneşinse pek az olduğu bir diyarda doğmuştu Stieg. Soğuk, bedenlere de ruhlara da egemendi orada. Stieg fazla konuşmayan erkeklerin arasında büyüdü. Sessizliği, Ingmar Bergman' ın filmlerinde yakaladığı türden bir sessizliği seven insanların arasında büyüdü. Dünyanın bu ucunda ilişki kurmak zordur; komşular uzakta yaşar, tabiat serttir ve milli bir spordur yalnızlık. Erkekler ağlamazlar, ne olmuş ya da ne olacak olursa olsun ağlamazlar.''
Gözünü böyle koyu bir yalnızlığa açan Larsson, 12 yaşına vardığında anne babasından bir daktilo ister; kararını vermiştir, gazeteci olacaktır, yazar olacaktır. Ailesinin parası yoktur; Larsson bekler. 1966' da bir sonbahar günü kavuşur daktilosuna ve o günden itibaren kuzeydeki sessizlik diyarında gece gündüz hiç susmayacak bir tıkırtı başlar. Yalnızlığını paylaşmak için yazar, ısınmak için yazar, gördüğü haksızlıkları anlatmak için yazar, konuşmayan erkeklere katlanmak için yazar; kısa bir roman yazar, uzun hikâyeler yazar, makaleler yazar...
E harfiyle yeni bir istikbale doğru
Birkaç yıl sonra Gazetecilik Fakültesi' ne başvurur Larsson ve kısa, kesin bir ret cevabı alır; kuzeyin yoksul ve eğitimsiz çocuğuna üniversitede yer yoktur. Yıkılır ama yılmaz. Beş parasız, Stockholm' e taşınır, 'Stig' olan ön adını 'Stieg' e dönüştürür; kendisine seslenmek biraz daha uzun zaman alacaktır böylece, e harfi kalabalıklaştıracaktır onu. Bu harfte yepyeni bir istikbal görür.
Kimse ona muhabir olarak iş vermez Stockholm' de; diploması olmayana yazı yazdırmazlar. Larsson da çizmeyi dener; isveç Haber Ajansı' na grafiker olarak girip yazı yazacağı günü bekler... O ajansta yirmi yıl çalışır, yirmi yılda yirmi sekiz makalesi yayımlanır; uzun, ayrıntılı, üzerinde haftalar boyu çalıştığı makalelerdir bunlar.
''Sadece yazı yazmak istemiyordum, gazeteciliği değiştirmek istiyordum'' diye anlatacaktır sonraki yıllarda. Başarmıştır... Afrika' da bir savaş muhabiri olarak yazdıkları, Trans-Sibirya Expresi' nde Moskova' dan Pekin' e giderkenki seyahat izlenimleri ve tabii, uzaktan çok barışçı, çok temiz, çok düzenli görünen isveç toplumunun içindeki gizli şiddeti, nefreti, ırkçılığı ve kadın düşmanlığını deşifre eden araştırmaları ile hem edebî bir gazeteci hem de silahsız bir gerilla olarak tanınır.
Günde on sekiz saat ve altmış cıgara
Kürdo Baksi' nin Stieg Larsson' la yakın arkadaşlığı, isveç' te ırkçılık karşıtı mücadelenin içinde başlar. 1991' de ilk kitabı Extremhögern (Aşırı Sağ) yayımlanınca, neo-Nazi grupların ölüm listesine alınır Larsson. 1995' te Expo adlı ırkçılık karşıtı bir vakıf kurar, 1999' dan itibaren aynı adlı derginin yayın yönetmeni olarak aşırı sağ gruplar üzerine yazmayı sürdürür.
Baksi, bu dönemde Larsson' un yazılarını düzelten ve hemen her seferinde de kısaltmasını istemek zorunda kalan kişidir: ''iyi bir muhabir değildi ama mükemmel bir yazardı Stieg, tam bir 'gerçek memuru' ydu. Yalnız ve sessiz erkeklerin uzak diyarından Stockholm' e tarafsız kalıp sözünü kısa kesmek için gelmemişti o.''
Larsson günde on sekiz saat çalışır; eliyle sardığı cıgarasının ucunu ise günde altmış kez yakar. ''Eve sabaha karşı dörtten beşten önce dönmez, döndükten sonra da, en az birkaç saat daha yazardı. Kimse ne yazdığını bilmezdi'' diye anlatıyor Baksi o dönemi.
Larsson' un 1990' ların ikinci yarısından itibaren evinde yazdığı binlerce sayfa, ölümünden sonra Millenium Üçlemesi olarak basılır; üçlemedeki romanlar isveç' in en seçkin polisiye ve edebiyat ödüllerini alır.
Orta yaşlı, eğitimli ve dürüst bir erkek gazeteciyle (Mikael Blomkvist) Pippi Uzunçorap kılıklı, genç, eğitimsiz ve çok zeki bir kadın araştırmacının (Lisbeth Salander) hafiyeliğinde ilerleyen bu üçlemenin ilk romanı, Ali Arda' nın isveççe' den çevirisiyle, Kasım 2009' da, Pegasus Yayınları' ndan, Ejderha Dövmeli Kız başlığıyla çıktı.
Ben, Baksi' nin El Pais' teki makalesinden sonra okudum bu kitabı ve isveççe' deki original adı olan Man som hatar kvinnor' un (Kadınlardan nefret eden erkekler) kullanılmamasına doğrusu üzüldüm. Zira dokuz milyonluk isveç' te üç buçuk milyon satan bu akıcı roman, sadece bir polisiye değil, kadın-erkek ilişkisi üzerine, sınıflı toplum üzerine, yolsuzluk, nefret, haksızlık, suç ve ceza üzerine bir düşünme fırsatı aynı zamanda. Ebediyen elli yaşında kalacak sıradışı bir yazarın, Blomkvist ve Salander karakterlerinde kendisini yeniden yaratarak ölümünden sonra da taraf olmayı sürdürmesinin hikâyesi. Bana, Kürdo Baksi' nin Min van Stieg Larsson kitabını daha da büyük bir merakla bekleten heyecan verici bir hikâye.