aslında insanları ibadete yönelten dürtü, ödül değil korkudur. ilkel toplum inançlarında da, çok tanrılı dinlerde de, aslında hak dinler dışında kalan dinlerin (inanış demek daha doğru) tümünde açıkça görülür ki insanlar daima korktukları olguları tanrılaştırmış ve onlara tapınmışlardır. tanrıların gazabı ve şiddetinden korktukları için onları memnun etmeye çalışmış, onlara adaklar sunmuşlardır. tapınma ya da ibadet dürtüsü insanın içgüdüsel bir eylemi olsa da, bunu yöneltiş şekli daima ilk olarak korkulan olgulara daha sonra da kendisine faydalı olduğunu düşündüğü olgulara doğru olmuştur.
cezalandırılma korkusu, istisnalar olabilse de, daima ödüllendirilme arzusundan üstündür. cennet vaad edilirken aynı anda cezaların çekileceği, korkunç bir şekilde betimlenmiş olan cehennem vaad edilmeseydi, insanlar sonsuz cennet yaşamı ya da sonsuz dünya yaşamı arasında seçime bırakılsaydı, ibadet etme ihtiyacı bu denli oluşmazdı. ya da tam tersi, sonsuz dünya yaşamı ve cezalandırılma yeri olan sonsuz cehennem yaşamı arasında seçim hakkı olsaydı, ibadet ihtiyacı ve oranı ilk duruma göre çok daha fazla olurdu.
yani bizi ibadete iten olay, her ne kadar içgüdüsel bir dürtü olsa da, büyük çoğunlukla korkularımız ve cezalandırılmama isteğimizdir.