güne gülerek başlamayı sağlayan, geceleri süsleyen, kişinin doktora görünmesi gerektiğini düşündürten cinsten rüyalardır.
uzun uzun anlatmak istiyorum. okuyan sözlük yazarları da pişman olmayacaklardır diye tahmin ediyorum. benim için mükemmel bir deneyimdi.*
zamanda yolculuğa çıkıyorum sözlük. başladığım yer amerika ve sene 300. "ama amerika 1492'de keşfedildi!" mi diyorsun? biz o vakit gördük orayı, öncesinde de aynı yerindeydi amerika. yanlış mıyım? bence değilim. ehehe. ya sonuçta rüya mna koyim, siktirland diye yer görsem "bunu nasıl açıklayacağım..." mı diyeceğim? heh.
amerika'nın en batısındaydım diye tahmin ediyorum. çünkü deniz vardı. "doğusunda deniz yok mu dangalak?" mı diyorsun? avrupa'ya doğru ilerliyordum, o yüzden batıda olduğum kanaatine vardım. o değil de, şu rüyamı incelediğim kadar ders çalışsaydım profesördüm lan. her neyse hacı.
iki tarafında buğday tarlaları olan bir yolda ilerliyorum. altımda sadece baksır var. hava sıcak ama çok yakmıyor. solumda tarlalar, daha solumda deniz, tepemde güneş, sağımda uçsuz bucaksız tarlalar ve önümde asfalt bir yol. çölün buğdaylısını ve denizlisini düşünün, işte öyle. nereye gidebileceğimi, yolun nerede bittiğini ve önümde neyin olduğunu bilmiyorum.
elimde bir sopa var. başımın üzerinde tutuyorum. halterciler halteri kaldırıyorlar ya, o pozisyondayım. ama çömelmiyorum. ağır bir sopa değil çünkü, elektrikli süpürgenin demiri gibi. başımın üstünde tutuyorum onu. kendi kendime, belgesel sunuyormuşçasına konuşuyorum. "evet şu an x'teyiz ve y'ye doğru ilerliyoruz. solumda buğday tarlaları var." falan diyorum. tabi örnek bu. nereye gittiğimi bilmiyorum yoksa rüyada.
başımın üstündeki sopanın beni uçurduğunu fark ediyorum o an. demir sopa, zıpladığım zaman beni biraz ileri taşıyor. onu başımın üzerinde tuttuğum sırada, koşmaya başlıyor ve zıplıyorum. dümdüz tutmayı başarabilirsem, uzun süre havada kalmayı ve yoldan çıkmamayı başarıyorum. asfalt yol falan ama araba falan yok mna koyim. sene 300, amerika'da insan yok, araba mı olacak? insan olsa da olmaz gerçi.
bu olay çok hoşuma gidiyor. "evet gördüğünüz gibi sopama tutunarak daha az yoruluyorum, yürümeme gerek kalmıyor" falan diye mırıldanıyorum. yürümeye başladığımda, bu işi hiç sevmediğimi(yürümeyi) fark ediyorum. "eeh sikerler!" deyip manyak gibi koşuyor, zıplıyor ve yerden, beni korkutacak kadar yükseliyorum. alçalmak için sopaya yön vermeyi denediğim sırada bocalıyorum ve tarlaya güvenli bir iniş yapıyorum. sopamın yeterince etkili olmadığını ve beni yol boyunca sağa sola savuracağını, uğraştıracağını düşünüp, üzülerek yoluma devam ediyorum. sopa başımın üzerinde değil, koltukaltıma sıkıştırıp ilerliyorum.
o sırada karşıdan gelen bir kızılderili dikkatimi çekiyor. inanılmaz bir korku kaplıyor içimi. fakat elimdeki demir sopaya ve kızılderilinin elinde hiçbir şeyinin olmamasına ve yalnız gelmesine güveniyorum. bu, ilkokulda tanışılan çocuğa bakıp "hacı döverim ben bunu tek gelse" psikolojisinin yansıması olsa gerek...
beni görmediğini fark ediyorum. başını yere eğmiş gidiyor. hafif bir rüzgar esiyor. ben de "lan nolur nolmaz" deyip ses etmeden, yavaşça yanından süzülmeyi deniyorum. döverim falan ama yine de tırsmışım, hayatımda insan görmemişim ulan. yanımdan geçmesini bekliyorum ama bana doğru yaklaşıyor. hala başı yerde. olduğum yerde duruyorum. beni görmüyor, çarpacak. "ulan gerzek gölgemi de mi görmüyorsun?" diye düşünüp geri çekiliyorum. önümden geçiyor ve sağımdaki tarlaya doğru ilerliyor. başakların(başak mı deniyor lan ona?) diplerini karıştırıp siyah bir kâse buluyor.
korkmuyorum artık, olduğum yerde onu izliyorum. "selam yabancı" diyorum, aynı amerikan filmlerindeki gibi. başını yerden kaldırıp tebessüm ediyor sadece. o yüzü hatırlıyorum ama, sanki tanıdığım birinindi. bu karşılığın üzerine ben de gülümsüyorum ve az önce kullanmama kararı aldığım sopamı başımın üstünde tutarak yine uçmaya karar veriyorum.
yere yaklaştığım sırada anlamsız bir biçimde ayaklarımı çırpmaya başlıyor, bu çırpmanın beni havada tuttuğunu fark ediyorum. "vöeeey!" diye bağırıp(evet kesinlikle ömer üründül'ün sesiyle bağırıyordum, şimdi uydurulmuş bir kısım değil bu) ayaklarımı çırpmaya devam ediyor, 3-4 metre yükseklikte seyrediyorum. resmen yere yakın uçan bir uçağım. hem yürüyor hem uçuyorum gibi bir şey. o sırada arkama dönüp kızılderiliye bakıyorum. tabi sopa da döndüğü için, arkaya doğru ilerliyorum. bir an önce geri dönmem lazım. kızılderiliyi göremiyor ve "lan nereye kayboldu ki herif?" diyerek yoluma devam ediyorum.
hava kararmak üzere. tarlanın sonundayım, şimdi sadece çimen var sağımda ve solumda. bir de deniz. sanırım rüyanın başında alaska taraflarına gidiyordum. sonradan doğu'ya dönüp avrupa'ya ulaşmışım. hehe.
film burada kopuyor işte. bir ağaç bulup, altında oturmaya başlıyorum. affedersiniz, otuzbir çekicem. etrafı kolluyorum. kimse yok.
nah yok! o da ne?! ışık yüzüme vuruyor. üzerinde uçtuğum yolda nilüfer turizm'e ait bir mercedes travego görüyorum. selektör yapıyor. ağacın arkasına saklanıyor ve otobüsü inceliyorum. "bursa'ya gitmiyo mu lan bu?" dedikten sonra otobüsün uzaklaşmasını bekliyorum ama olmuyor. otobüs bana yakın bir noktada duruyor. içinden iskeletten hallice bir zenci çıkıyor. kemikleri birbirine yapışmış vaziyette. üzerinde hiçbir şey yok. cinsel organı ya da yüzü de yok. insan suretinde ama ne gözleri, ne kulakları, ne vajinası, ne pipisi var. ete bürünmüş bir kemik.
elinde kahverengi bir bavulla iniyor ve denize doğru ilerliyor. gözden kayboluyor. havanın kararıyor olmasının da verdiği ürpertiyle, "hacı kalk gidelim, otsbir çekecem diye ölücen burda" diyorum ve muhteşem bir sınavı başarıyla geçmiş sayıyorum kendimi. can derdi, pipiden üstün geliyor ve sopayla, hiçbir şey görünmeyene kadar uçuyorum.
hiçbir şeyi görmüyorum gece karanlığında. bir yıldız bile yok. ay da yok. iniş yaptığım yeri elimle yokluyorum. kumluk bir alan olduğunu fark ediyor, şöyle ayağımla bir temizledikten sonra uzanıyorum. uyandığımda kendimi çölde buluyorum. kaktüsler falan var. deniz de yok artık. "gece karanlığında saptık herhal" diye düşünüyor, bulunduğum yerden dümdüz sopa eşliğinde gitmeye devam ediyorum. avrupa tarafına gitmem, amerika'nın doğusuna yaklaşmam bu şekilde başlıyor sanırım.
günlerce durmadan, olay yaşamadan, kimseyi görmeden manyak gibi uçuyorum. su ve yemek ihtiyacımı nasıl karşılıyorum dersiniz? karşılamıyorum. rüyamda öyle bir durum yok. bize artist olarak gelmez o işler. her neyse. uçuyor, uçuyor ve sonunda denizi görüyorum. bildiğim yere gelmenin sevinci var içimde. bir yandan da "bu ne lan günlerce uçtuk aynı yere geldik mnı skiyim, bu kadar mı bizim yaşam alanımız?" diyorum.
ilk gördüğüm yer büyük okyanus tarafıydı, şu an gördüğüm yer atlas okyanusu. bu farkı o zaman anlamıyorum tabi. kıyıya yaklaştığımda bir liman ve işçiler görüyorum. ağlamaya başlıyorum ama sebebini rüyada bile anlamadım. bildiğin, bıyıklı, ayağında bot, kafasında şapka olan liman işçileri var. yanlarına gidiyorum. bu insanlardan korkum yok. boxer ve demir sopayla ilginç bir görüntü çizsem de beni aralarına kabul edeceklerinden hiç şüphem yok. (rüyanın ilerleyen kısımlarında bu işçilerin yüzlerinin görünmediğini yazmışım. aynı zenci gibi, bunların da ağızları burunları bilmem neleri yok. yüzünü görmemekten kastım o. bıyıkları var ama. mario gibi. ayrıca düzelteyim, elimdeki süpürge değil demir sopa. süpürge sopası diye kalmış aklımda, ondan öyle yazmışım.)
"merhaba yoldaşlar!" diye fantastik bir giriş yapıyorum. kafasında şapka değil de kask olan, iyi giyimli iki genci gözüme kestiriyorum. selamımın karşılığında kimseden bir şey duymadığım için, bu ikisiyle tanışmamın daha iyi olabileceğini düşünüyorum. yanlarına gidip kendimi tanıtıyorum. söylediğim tek şey, "günlerdir seyahat ediyorum, sonunda buraya geldim. sizin gibi birkaç canlı daha gördüm ama gözüme korkunç göründüler. siz öyle değilsiniz. benim gibisiniz" oldu. beyaz-siyah ayrımı yapmayan bir insanım, rüyamda neden kızılderiliyi ve zenciyi "korkunç, ayrı" olarak gördüğümü bilmiyorum. ama bu adamlar beyazdı, aynı benim gibiydiler.
rüyanın ilerleyen bölümlerinde, garip olanın kızılderili ya da zenci olmadığını anlamıştım. limandaki adamlar faroeliydiler. evet oradan olduklarını söylüyorlardı. bahsi geçen yerin neresi olduğunu bilmiyordum ama adını duymak bile beni sevindirmişti. oraya gideceklerini söylediklerinde, "ben de gelebilir miyim sizinle? burası çok küçük ve berbat bir yer" diyordum. "ulan gerizekalı, günlerce yolculuk ettin, hala küçük diyorsun. hem ilk gördüğün deniz büyük okyanus'tu. oradan buraya bi' haftada gelmişsin, hala konuşuyorsun. piç." demediler. belki onlar da bilmiyordu.
çok sevindiler bu isteğim üzerine. bir an "bu adamların sopası olmayabilir" diye düşündüm. ben denizi sopayla geçebilirdim ama bu adamlar benim sopama sığmazlardı. ve eğer onların sopaları yoksa, gidemezdik. onların da bu konuda bir fikri yoktu. yanıma direk gibi diktiğim ve dayandığım sopama bakıyorlardı.
ne işe yaradığını sorduklarında olayı açıkladım ve tekme tokat girişmelerini bekledim. fakat adamlar gayet sevinçliydiler. limandan buldukları sopayla benimkini kaynakladılar. evet evet.
toplasan 5-6 kişi var limanda. ve onların da suretleri belli değil. "insan" konumundaki 3 kişi ben ve bu adamlarız. liman dediğim yerde gemi ya da makina falan yok. dolanan 2-3 acayip tip(ki dediğim gibi, yüzleri falan görünmüyor) ve biz. ama kaynak falan yapıyoruz.
--
işim var hacı şimdi. hehehe. isterseniz, "yaz meister yaz!" derseniz gerisini de yazacağım. ya da neyse ya, bu kadar işte. sonra faroe adaları'na gidiyoruz, kertenkele araştırıyoruz, evler falan var, sopayla onları yıkıyoruz. son olarak esenler otogarı'nda simit yerken buluyoruz kendimizi. öyle.
faroe adaları'ndan istanbul'a gelene kadar 300 sene boyunca bir evden kurtulmaya çalışmıştık, onu da belirtmeden geçmeyeyim sözlük. bilirsiniz, zamanında rusya çamurlu, boklu yer olduğundan toprak uzun bina tutmazmış. binalar da yatay yapılırmış. yani 10 katlı apartman gibi değil de 2 katlı apartman gibi. ama gökyüzüne yükselmiyor, yerde uzanıyor.
kurtulmayı çalıştığımız ev de öyle bir yerdi. dinlenmek için girdik. kapılar ve pencereler duvara dönüştü. sihirli sopamızla 300 sene her dairesini kırarak kurtulabildik. tam da ortasına düşmüşüz, kestirmeden çıkışı da yok ki. bir duvar kırıyorsun başkası geliyor.