yaşayıp yitirdiğim tam 28 yılımı tek tek şefkatle okşayarak çamlıca tepesine çıktım. sevgiliye de haber vermedim. yalnız olmak istedim sonkez. kapılarımı kendi üstüme sonkez kapatmak istedim. efkar istedim sadece ve demlendim, şehrin buğulu ışıklarına dalıp, iç dünyamın başkentine sürükleyen şarkılar dinleyerek..
"yanılmıyorsam" diyemeyeceğim kadar gerçek ve net başladı hayat belki bana. 11'inde anneyi, aynı 11'in farklı bir ayında halen hayatta olan babayı kaybetmek. yurtlarda, hem 18 hem de öss diyene kadar harcanmış 7 sene. sonra öğrenci evleri, suç ve ceza, burs ve kira, kokuşmuş çorap ve deterjan parası, yumurtasız menemen ve üzerinden hafta geçmiş, yeni organizmalar türemiş makarnalı yaşantılar..
istanbul'un gecelerine suretlerim karışır, halıcıoğlu'ndan sadabat köprüsü üzerinde fatih'in silüetine bakarak geçerdim, o unutmadığım ve hiç unutamayacağım sisli, duman çökmüş kış aylarında. sorardım kendime;
"bu ışığı yanan apartman dairelerinden hangisinde oturur acaba evleneceğim kız? nerede karşılaşıp aşık olacağım ki? yok yok, ömür yetmez sevmeye ve aşık olmak için istanbul bana çok uzak, ben aşka istanbul kadar uzak..."
kenarındaki kolu çevirip, üstündeki dans eden çifti izleyip melodisini dinlediğimiz müzik kutusuna sakladım aşkı ve 20 demiştim bunu yaparken. zira bana göre aşk;
"can acıtan şarkıları dinlemenin bahanesiydi ve hep profilimde single yazmalıydı huzur için" hadi itiraf ediyorum, korkuyordum bir "erkek" olarak. duygularımla kurduğum kubbem, nesir olarak omuzlarıma artık yağmaz diyerek korkuyordum. günün yorgun sigara molalarında kızaran gözlerime hayat artık naif gelmez, kalemi elime her aldığımda artık doğaçlayamam ruhumu diyerek..
fırlattım bozuk parayı havaya, dik geldi ey sözlük!