adamın burnunun direğinde inceden bi sızı bırakan, unutulmayacak ve hatıralarla süslenmiş bir kokudur.
anneannemin evinin kokusu anneannem kokuyor benim hala... nasıl sinmişsin, nasıl sen olmuşsun o evde? her gidişimde, evin önünde ayakkabılarımı çıkartırken yüreğime dolarken o kokun, içimde garip bi titremeyle birlikte senin sevgi dolu sesini duyuyor gibi oluyorum. bir yanda 3 kızın senin isteğin üzerine etli yaprak sarması yaparken, geleneksel erzincan yemeklerinden biri olan un çorbasının da kokusu geliyor mutfaktan.
sesini duyar gibi oluyorum... son zamanlarda yürümekte zorlandığın için genelde oturduğun, sarı kılıflı koltuğundan sesleniyorsun:
- hoşgeldin yavrum benim. kusura bakma, kalkamıyorum evladım.
+ ya anane aşk olsun, ne kalkıcaksın. tabii ki de otur. olur mu öyle şey?
kalkma anneanne, kalkma. sen orada otur da, kalkmasan da olurdu. mahcup mahcup bakıyordun bir de yüzüme. ben gelmişim diye kalkıp "hoşgeldin" diyemedin diye. sen böyle bi terbiyeyle büyümüş bi insandın çünkü. senin yaşıtlarını görüyorum bazen. 75'lik teyzeler filan... onlar senin gibi değiller. olmalarını beklemiyorum ama sen, kendinden küçüklere bile böyle saygılıydın. sevgi doluydun işte.
"yavrumun yavrusu canımm" diyip sıkarken bir seferinde gerçekten canımı acıtmıştın ve ben sana "ya anane yavaş olsana, kemiklerimi çatırdattın ya" demiştim. kafanı yana çevirip mahcup bi ifadeyle "ama ben seni çok seviyorum aşkım. özür dilerim." demiştin. sonra "ya anane ne özür diliyosun. bende seni seviyorum tabii ki de, sakin ol. asıl ben özür dilerim, birden ani tepki verdim." diyip gülmüştüm buruk bi şekilde. sonra da odaya geçip ağlamıştım seni kırdım diye. ne öküzüm ama dimi? sen öyle çok seviyordun ki ne kadar sıkı sarıldığını bilmiyordun oysa ki.
şu 24 senelik hayatımda, yemin ederim ki bu kadar salt sevgi dolu bi insan görmedim anneannem kadar. bu yüzden, evinin kokusu da onun sevgisini, sıcaklığını, severken ki kontrolsüz tavrını hatırlatıyor bana. her ne olursa olsun, koşulsuzca yeniden sevebiliyordu benim anneannem. hiç, hayata küsmemişti. halbu ki hayat, ona çok büyük acılar yaşatmıştı. anne babasını tanımamıştı. babaannesi büyütmüştü onu. 13-14 yaşında evlenmişti. adet olmanın ne olduğunu da bilmiyordu. dünyaya gelmiş 7-8 aylık bebeğini kaybetmişti. 27 yaşındaki oğlunu erzincan depreminde kaybetmişti. istanbul'a göç ettiklerinde yaşadığı geçim sıkıntısından dolayı evlere gündeliğe giderek, eşine destek olmaya çalışan bi kadındı. güçlü bi kadındı. kadın gibi kadındı. tökezlediğinde kalkıp dizlerine giren taşları elinde sıyırıp, acıya rağmen yüzündeki müthiş gülümseme ile acıya meydan okurcasına koşarak oyuna yeniden dahil olan bir çocuk gibiydi o.
sen gittiğinde hep oturduğun koltuğa kapanıp deli gibi koklamıştım. sana ait bir şeylere yakın olmak istiyordum. sonra odana gidip talan etmiştim bir eşyanı bulabilmek için. son taktığın tülbentini almış ve gömülmüştüm saatlerce. bir de tülbentinde, kar tanesi gibi birkaç saç telin kalmıştı. şimdi tülbentin bende. kokusu gitmesin diye cam bir kavanozun içine koydum. dolabımın bir köşesinde saklıyorum. seni özlediğim her an, aklıma düştüğün ve ağlayarak uyandığım her gece, yanımdaymışsın gibi o nesneye saldırıyorum şuursuzca.
sen, sensiz kalmak nedir bilmiyorsun. elime sımsıkı sarıldın ve "söz ver bana anneanne. iyi olacaksın tamam mı?" dediğimde kafanı sallamıştın evet der gibi. sonra gittin ama... o evin kokusundan hiç gitmedin. hala her yerdesin. sen kokuyor her yeri o evin.
ama sen yoksun ya işte... biraz eksik gibi sanki anneanne.