köfteleri kızarttığı gibi önüme yığdı. "sıcak sıcak al ye!" dedi. "çok kibarsın" diyecek gibi oldum ama ilk defa başıma gelen bu olay karşısında ne yapmam gerektiğine karar veremedim, zıttına da gitmek istemedim. peki neden yaptın diyeceksiniz. mecburdum.
yemekleri o hazırlamak istedi. ardından da anlatmaya başladı. "kader öyle garip bir şey ki, öyle karmaşık ki, göle taş atmak gibi..." "kesinlikle dedim, tanrının garip bir mizah anlayışı var" gözlerini kocaman açtı, "eğer bu masada bir kaç saat geçireceksek bu şekilde konuşamazsın!" kendi evimde, kendi masamda ilk defa nasıl konuşmam gerektiği bana söylenmişti. burcu'nun hatrına sustum. o kendini bilmişlik, beğenmişlik beni yoruyordu. "kalk bir bira getir!" dedi. uykulu gözlerim tam kapanacakkan bir füze gibi zihnime düşen bu cümle bütün algılarımı açtı. "nasıl yani?" diye bağırmışım. sonradan o söyledi. "evet" dedi, "böyle olacağını biliyordum." "alkol öyle bir şey ki münafıkları..." cümlesini bitirmeden kalktım. iki bira getirdim. "içtiğini bilmiyordum" dedim. "içmeyeceğim" dedi. ben içtim.
"o bize virüs programını verir. biz çalıştırma kararını alırız. eğer çalıştırmazsak..."
yoğun benzetmeler beni de benzetmişti. "neden bunları anlatıyorsun?" dedim. sonra aklıma freud geldi. "ben burcu'yu arıyorum. artık ne işi varsa bıraksın gelsin seni alsın!" "çok kibarsın" dedi. teşekkür ettim ve yolladım.