oynayanlar bilir, küçük bir tahta parçasına çivi çakılırdı belirli aralıklarla. sonra çiviler çakılı tahta yeşile boyanır, beyaz renklerle saha çizilirdi. futbol sahası gibi. çiviler adam görevi görür, top olarak ise çivilerin arasından geçebilecek büyüklükte bir madeni para kullanılırdı. sonra tek vuruş hakkı ile o çivilerin arasından gol atmaya çalışır, bir yandan da maçı anlatırdık.
sanırım pes efsanesine ilham kaynağı olmuşuz, haberimiz olmamış.
ilkokulun haşlanmış yumurta kokan sıraları çok şahitlik yapmıştır, defalarca şampiyonluğuma. bahçede şampiyonluk turu da atmıştım çok sefer. bir yandan beşiktaş'ı tutuyorum, diğer taraftan ailece tutulan, aile takımı bursaspor'u göz ucu ile takip ediyorum. babam ve abim her beşiktaş bursa maçında beni kızdırır, ben "neden" sorusunu sorarak uykuya dalar, saçmasalak bir ruh hali ile ertesi sabah önlüğümü giyer okulun o ayazdan parıldayan yolunu tutardım. sınıfta bursaspor'u tutan sadece şişko ismail vardı. ben ve arkadaşlarım bizans troykası***'nı ağzımızdan salya akarak anlattığımız o sahte aşk zamanlarında gözüm o şişko ismail'e takılır, anlamsızca belki de farketmediğim özenti ile seyrederdim. güçlü bir duruşu vardı ve bizim gibi sahte bir aşkın peşinden gitmiyor, doğduğu şehrin renklerine aşkını o çocuk yaşıyla ortaya koyuyordu. çok şeyler değişecekti o yaz, bunu kestirmek güç değildi. karnelerin dağıtılıp hediyelerin havada uçuştuğu bir sömestri sonu, bahsettiğim çivili tahtalar meydana çıktı. uzun ve yorucu bir lig maratonu gibi bütün yaz o bozuk parayla ne goller atacaktım. ve hayatımın geri kalanını eşimden sonra aşık olacağım renklere** kaybettiğim bir iddia sonucu ulaşacaktım.
sıcak bir yaz günü akşamı, hasta bursaspor'lu amcam ve ben şampiyonlar ligi finali için balkondaki sedirin üstünde yerlerimizi almıştık. stad hınca hınç doluydu. sağ tarafta babam diğer tarafta abim amcamı destekliyordu. annem ara ara balkona gelip çay servisi yaparken "haydi oğlum, yen amcanı" dese de çok sağlam bir deplasman maçında olduğumun farkındaydım ve ona göre temkinli rakibi tartarak oynuyordum.
iddiamız açık ve netti. yenersem amcam beşiktaş'lı, yenilirsem ki hiç ihtimal vermiyorum, ben bursaspor'lu olacaktım.
çok çetin geçen doksan dakika sonunda mücadelede denge bozulmamış, uzatmaların ardından seri penaltı atışlarına geçilmişti.
amcam parmaklarının iriliğinden de faydalanarak, ceza sahamda duran çivileri yamultmuş, hiç de fair play ruhu taşımayan bir mücadele ortaya koymuştu. seyirci baskısı, yeterince etkisini göstermiş olacak ki, annem de artık benimle ilgilenmeyerek el işi örmeye başlamıştı. derken, seri penaltı atışlarında mağlup olarak, gerçek aşkımla tanışmama, hiçbir başarısını görmediğim bir takımla nikahlanmama aracı olan amcamı centilmence tebrik edip, sonra odama gidip ağladım o ayrı mevzu.
birkaç hafta sonra ilk bursaspor maçına götürdü amcam. sadece izledim. sonra forma hediye etti. giymedim ertesi haftaya kadar. sonra sesim çıkmaya başladı. destekler oldum bursa'yı. amcamın misyonerlik faaliyetleri başarılı olmuş, artık rahatça kazandığımız maçların ardından koşup baynuna sarılarak bursaspor galibiyetini kutlar oldum. derken azıttım, her bursa'da oynanacak maça amca bilet al maça gidelim demeye başladım. mahalle maçlarında bursa formamı giyip, "şimdi biyediç topun başında" gibi spiker klişelerini ağzıma doladım. azılı texas, hasta bursa taraftarı oldum çıktım.
artık misyonerlik yapıyorum yeğenlerime. yeşil ve beyaz diyorum. şampiyon olacağız, real madrid'e ispanya'da koyacağız diyorum.