tümay durukan

entry1 galeri
    ?.
  1. devrimci yol sanıklarından. randevuyu dağa verdik eserinin ilgi çekici simalarından...

    --spoiler--
    TÜMAY DURUKAN - Artvin Devrimci Yol davasından yargılandı. idam cezası aldı. On sene cezaevinde kaldı. Halen istanbul'da yaşıyor.

    -Niğdeli olduğunu söyledin. Niğde'yi, dönemin özelliklerini anlatabilir misin?

    -1970'li yılların kuşağı olarak genç yaşta devrimci mücadeleyle tanıştık. Lanse edildiği gibi amaçsız, hedefsiz insanlar değildik. Tam tersine felsefeyle ilgilenen, sanatla, edebiyatla ilgilenen, toplumun sorunlarını bizzat yaşayan insanlardık. içinde yaşadığımız onca sorun vardı ve bu sorunların çözümlerini bulamıyorduk. Çünkü bize, okuduğumuz okullarda, gazetelerde bunların doğrusu hiç bir zaman anlatılmıyordu. Ama yaşamın içerisinde her gün onca sorunun nereden kaynaklandığını bulmak, araştırmak gibi bir şey gelip oturmuştu içimize. Sorulara yanıtlar bulmak için okuduk. Felsefe okuduk, tarih okuduk. Toplumun en temel sorunlarının nereden kaynaklandığını ve bunu nasıl ve hangi araçla çözebileceğimiz noktasında yoğunlaşmaya başladık. Tabii, biz bunları sürdürürken, mevcut düzenin idamesini sağlayan kurumlar bunları tehlikeymiş gibi gördüler. Buna karşı şiddeti temel alan bir sistematik içerisinde, işte, yasalarıyla, güvenlik güçleriyle böylesi oluşumları bertaraf etmeye çalıştılar.

    -Yine de, o günlerde devrimcilik yapmak kolaydı. Soldan yana bir rüzgar vardı.

    -Evet, bu rüzgarın temelinde yatan; Türkiye'de toplumsal sorunlar alabildiğine hızlı ve derinden yaşanıyordu. Bu derinden yaşayış içerisinde ortaya çok ciddi şeyler konulmuyordu. Türkiye'de ilk defa sorunlar karşısında alternatif politikalar üreten devrimci ve demokrat güçlerdi. Dolayısıyla, alışılmış, resmi ideolojinin dışında çok farklı şeyler söyleyen bu kesim topluma hitap etmeye başladı. Çünkü; insanların düzenden beklediği bir şey kalmamıştı. Düzen o insanlara bir şey vermiyordu. işsizliğin, sefaletin kol gezdiği bir yaşamdan başka bir şey sunmamıştı.
    Oysa biz, bütün bunları alt edecek, onlara yeni bir yaşam sunacak bir ilişkiyi, bir demokrasi anlayışını, yeni bir devlet anlayışını ortaya koyuyorduk. Kitleleri etkiliyorduk. Bu etkilenme o kadar derin ve hızlı oldu ki, insanlar öbek öbek bize katılmaya başladı. Ve Türkiye açısından ciddi bir rahatsızlanma dönemi işte böyle başladı. Benim devrimci düşüncelerle tanıştığım yıllardı.

    -Aileni anlatabilir misin? Eğitimin, neler yapıyordun Niğde'de?

    -Aile içi eğitim olarak; ailem çok yoğun bir dini eğilim taşıyordu. Ben altı yaşındayken, babam Konya'da görevliydi. Mesala, kuran kurslarına gittim. Bir yıl içinde kursa gelen çocuklara kuran okutmaya başladım. Böylesi bir eğitim içinden gelen bir insandım.
    Ama bütün bunların yetmediğini topluma yeni bir yaşam sunmada yetersiz kaldığını gördüm ve onbeş yaşımdayken devrimci düşüncelerle tanıştım. Materyalist felsefe ile tanışmam dini duygularımdan tamamen uzaklaşmamı sağladı. Köklü bir kopuş ve dönüşüm başladı benim içimde.
    Öğrencilik yıllarım boyunca sürekli baskılara maruz kaldım. Polis sürekli emniyete götütürür dayak atardı. Okul idaresi eğitimi engellediğim gerekçesiyle jurnallik yapardı. Okuldan atıldım. Gün geldi cezaeviyle tanıştım. Yaşım küçüktü. Niğde cezaevi'ne konuldum. Sübyanlar koğuşuna götürmek istediler, direndim. Siyasi bir kimliğim olduğunu söyledim. Cezaevinin yüzünü gördüm. Adli mahkumlarla tanıştım. Onları tanıma fırsatım oldu. Sorunlarını dinledim. Hep bizim değiştirmeyi hedeflediğimiz şeylerle doluydu yaşamları. Ailem hiç görüşüme gelmedi. Babam «böyle bir oğlum yok» diyordu.

    Niğde ilginç bir yerdi. Türkiye'de ilk köy çalışmasını biz başlattık. O yıllarda bir köylü hareketi anlamında söylemiyorum ama köylerde ciddi bir gücümüz vardı. Niğde'nin tarıma ve hayvancılığa dönük bir ekonomisi vardır. Nüfusun büyük bir kısmı kırsalda oturur. şehir merkezinde sadece memurlar ve esnaflar vardır. Tarım ve hayvancılıkla uğraşan insanların emeği çarçur edilir. Pancarın, buğdayın, patatesin taban fiyatları düşük tutuluyordu. insanlar verdikleri emeğin karşılığını alamıyorlardı. insanlara bu hayatı kabul edin diyorlardı. Biz, bunun kabul edilmemesi gerektiğini söylüyorduk. Halk yoksuldu. Biz bunun etrafında köy çalışmalarını başlattık. Amacımız...

    -Oraya gelmeden, belli bir siyasi kimliğiniz var mıydı?

    -Elbette vardı. Siyasal kimlik derken; kitaplar okuyorduk. Ülkenin temel siyasi sorunları nelerdir? Ve ne yapmamız gerekir? Biz buna kendi kentimizden ne oranda katkı sağlayabiliriz?

    -Belli bir örgütlülüğünüz var mıydı? Dernek, parti...

    -O zamanlar örgüt yoktu. Bir dernek vardı. Dernekte eğitim çalışmaları yapar, sorunları tartışırdık. Başlattığımız köy çalışmalarında epey bir mesafe katettik. O yıllarda yarattığımız kitle ilişkilerini, örneğin, Adana'daki bir pamuk mitingine aktarırdık. Pek çok kente böyle gittik. Kitle ile bizim aramızdaki ilişki doğal bir kabulleniş süreciydi. Yani insanlara kendimizi dayatmadık. insanlara şunu yapacaksınız, bunu yapacaksınız demedik. Çığ gibi büyüyorduk. Tabii, bu arada, dergiler çıkmaya başlamıştı. Bunları insanlara ulaştırıyorduk. Ankara'daki arkadaşlar tarafından Devrimci Gençlik Dergisi çıkartılıyordu.

    -Bu noktada, şunu sormak istiyorum; benzer gelişmeler aslında pek çok ilde yaşandı. Sonraları bir Devrimci Yol olayı başladı...

    -Şöyle açıklayayım. 12 Martlara gelindiğinde bir Mahirler, bir Denizler vardı. Tabii bunların ülke ve dünya tahlilleri giderek farklılaştı. Biz, Mahir'in görüşlerinin siyasal gerçekliğinin olduğu düşüncesindeydik. O anlamda ben de bir taraftım. Devrimci Gençlik Dergisi'nden sonra Devrimci Yol çıkmaya başladı.

    -Devrimci Yol ile diğer grupları ayıran yalnızca Mahir'i savunup savunmamak mıydı?

    -Temel nokta Mahir'in siyasal anlamda farklı bir kıvılcımı çakmış olmasıdır. Örneğin Denizlerin ortaya koymuş olduğu düşüncelerde belirli bir siyasal hat yoktu. Sadece bir gençlik hareketiydi onlar. Mahir ve arkadaşları böyle bir şansı yakalamışlardı. Tabii ki, bu düşüncelerin günümüzde açılması gereken yönleri vardır. Devrimci Yol bunu gerçekleştirmiştir. Mahir'i anlayan gruplar da çıktı. Ama Aramızda farklılıklar oluştu. Sonra da değiniriz ama diğer gruplarla aramızdaki en temel nokta; bizim toplumsal bir değişim ve dönüşümü hedefliyor olmamız, ona uygun tarzda örgütlenmemizdi.

    -O toplumsal değişimi gerçekleştirebildiniz mi? En azından ipuçları, umut açısından soruyorum.

    -Bizler, kuşkusuz bazı iyiniyetlerle yola çıkmış insanlardık. Teorik olarak ortaya koyduklarımızın yanında koyamadıklarımız da vardır. Tarih bizi bu noktada yargılayacaktır. Başarılı olduğumuz dönemler oldu. Ama bir yönüyle pek çok eksikliği de beraberinde taşıyorduk. Bunlar şöyle sıralanabilir; ülkemizde devrimci mücadele gençti. Kadroları gençti. Bizim hedeflerimiz bu genç olmanın etkisiyle şekillendi. 12 Eylül yenilgisi bu genç olmanın etkisiyle açıklanabilir.

    Fatsa olayına bakacak olursak; kuşkusuz olumlu sayılabilecek bir kitle ilişkisi kurulmuştu. iyi şeyler yapıldı. Bunlar kimsenin reddetmemesi gereken konular. Fatsa olayının derinliklerini 12 Martlarda aramak gerekir. O yörede bu hareketin içine katılmış insanlar vardı. Doğal bir kitle tabanı vardı. 12 Mart katliamlarına karşı bölge halkının duyduğu bir tepki vardı. Kendi içinden çıkan insanları halk sahipleniyordu. 12 Mart sonrası bölgede başlayan siyasal çalışmalar böylesi bir gerçekliğin üstünde yükseldi. Kitle desteği buldu.

    Niğde'de benzer gelişmeler yaşanmıştı. Niğde'de ağırlıkla köy çalışmaları yürütülüyordu. Kitle ilişkisi, bölge insanlarının kendi emeklerine sahip çıkma, devrimci demokrat saflara çekme ve giderek iktidar hedefiyle örgütlenmek şeklindeydi. Hep yönetilen insanlar olmanın onları bu duruma getirdiğini, kendi sorunlarını çözmede söz sahibi olmaları gerektiğini ortaya koyduk. O dönemde Niğde'de sağ kesimin de belirli bir örgütlülüğü vardı. iç Anadolu'nun yapısıyla ilgili biraz da. Dini eğilimlerin fazla olduğu, milliyetçi ve ırkçı düşüncelerin devlet pompasıyla geliştiği topraklardı.

    Biz, çalışmalarımızı, gücümüzü bir takım yerlerde yayınlamaya ihtiyaç duymuyorduk. Biz, bunları bunları yaptık, bunları başardık, şu köyde muhtarlığı kazandık, şu ilçede belediye başkanı bizim adayımızdı demedik. Biliyorduk ki, bizi ezmek için fırsat kolluyorlardı. Baskılara, tutuklanmalara, saldırılara maruz kalıyorduk. Çalışmalarımızın kesintiye uğramaması için gizliliğe önem veriyorduk.

    -Bu söylediklerin örtülü bir Fatsa eleştirisi sayılabilir mi?

    -Benim kişisel görüşüm; olumlu sayılabilecek çalışmaların dergilerde yer alması bir noktada açığa çıkartılması, o mücadelenin araç ve taktiklerinin tartışılmasını kolaylaştıran bir durum doğuruyor. 12 Eylül yöneticileri bir Fatsa'yı nasıl denetim altına alacaklarını bu tür yayınlara bakarak tartıştılar. Bu yazılıp çizilenler devlet açısından caydırıcı olmaktan öte, hareketin sindirilmesi açısından ipuçları veriyordu. Devamında, o bölgeye gelebilecek bir saldırıyı o kentin örgütlülüğünün göğüslemeyeceğini biliyorduk. Biz Niğde'deki çalışmalarımızı saldırılara zemin hazırlamamak için yayınlamak gereği duymadık. Örneğin, bölgenin adı çıkmaya başladığı andan itibaren, bölgedeki idari kadroda değişiklikler oluyordu. Vali, kaymakam, emniyet kadrosu değiştiriliyordu. Gerilla savaşında da bu vardır; gücünü gizlemek. Başarının yarısı buradan gelir. 12 Eylül'den sonra Fatsa'da yapıldığı gibi bir toplu sindirme hareketi görmedik. Örneğin Artvin'de ev ev, sokak sokak operasyonlar yapıldı. insanlar, alakalı olsun, olmasın etkilendiler. «Vatan topraklarına katmaya geldik» diyorlardı.
    şimdi, Niğde'de önemli bir potansiyel vardı. Devrimci Yol hareketi açısından en geniş kitle desteğinin olduğu bir bölgeydi. Ama biz bunu hiç bir zaman öne çıkarmadık.

    -Çatışmalı bir bölge miydi Niğde?

    -Niğde'de sivil faşist örgütlenme yoğun ve hızlı gelişiyordu. MHP Milletvekili Sadi Somuncuoğlu Niğdeli'ydi. Niğde'de önemli faşist kadrolar vardı. Özellikle Ankara Niğde öğrenci yurdunda eğitilen kadrolar Niğde'ye gidip geliyorlardı. şehirlerde ve köylerde çatışmalar yaşanıyordu. Pek çok bölge için 1979'larda yaşanan saflaşmayı biz, 1975'lerde yaşamıştık. Köyler belliydi, okullar, mahalleler...Niğde'de sol pek çok ile örnek olacak bir şekilde bütünleşmişti. Saldırılara birlikte karşı koyardı. Direnme komiteleri vardı. Bu komitelerde CHP'liler bile bizimle hareket ederdi. Sol içi ayrışmaların kitleler üzerinde bir olumsuzluğa yol açmasına izin vermedik. Biz bunun sorumluluğunu taşıyan insanlardık. Niğde'de solun büyük bir saygınlığı vardı. Bugün bile sol deyince geçmişteki olumluluklar akla gelir.
    Niğde'de hiç de zorlamayla oluşmayan doğal meclisler kuruldu. meclislerden kararlar çıkmaya başladı. Zaten bizim istediğimiz, beklediğimiz gelişmeler de böyle şeylerdi. Yani, sorunları kitlelerin doğrudan doğruya kendi içinde tartışması, çözümün oralardan çıkması gibi bir anlayışımız vardı. Bizim hiç bir zaman şöyle bir anlayışımız olmadı; Kitlelerin tepesinde bir yerlere oturmak, bunun sağladığı bir takım olanakları kullanmak. Bölgenin insanları bizim bu yönlerimizi gördükleri için etkilendiler. Bu etkileşim içinde giderek söylenen herşey hayat bulmaya başladı. Hayat bulan herşey giderek derinleşti, zenginleşti. Kitleselleşme denilen olay, bunlara dayalı bir şekilde ortaya çıktı.

    -Öncü örgüt, yukardan politika götürmek, halk adına bir şeyler yapmak sol içinde değişik boyutlarıyla hep tartışılmıştır. Devrimci Yol'un bu klasik sol anlayıştan bir kopuş olduğunu söyleyebilir misin?

    -Bu kopuşu şöyle anlatabilirim. Biz yalnızca insanlara nasıl tartışılması gerektiğini, bunun doğru yöntemlerini anlatmaya çalıştık. Gençtik, tecrübesizdik. Kitlelerden öğrenebileceğimiz pek çok şey vardı. Fikirlerimiz böyle olgunlaştı. Böyle bir tarzda siyaset yapmaya çalıştık. Kitlelerin gerçek anlamda katılımını sağladık. Diğer sol gruplar için de geçerliydi bu. Saldırılara ortak direnme, mevzileri ortak koruma. şunun bunun hesabını yapmadan, ayrıntılara fazla takılmadan. Devrimci Yol özgün bir hareketti. Bu anlamda diğer gruplarla da yol ayrımını yaşıyorduk. Bu yüzden yoğun bir kitle desteği bulabildik.

    -Merkezi anlamda bir ilişkiniz var mıydı?

    -Elbetteki. Zaman zaman köylerle, gençlik içindeki arkadaşlarla bir araya geliyorduk. Tartışıyorduk. Değerlendirmeler yapıyorduk. Yalnızca Niğde'yle sınırlı değildi. Çevre illerle de bir araya geliyorduk. Niğde bir Kayseri'yi, bir Adana'yı etkiliyordu. Niğde'de onlardan etkileniyordu. Her doğal sürecin olumlulukları, olumsuzlukları vardır. Bunu yaşıyorduk.

    -1978'den sonra kaçak durumuna düştüğünü söylemiştin. oradan devam edelim.

    -Ve tabii ben, bu çalışmalar sırasında hedef konumuna gelmiştim. Sonra aranır duruma girdim.

    -Somut bir olay mı oldu?

    -Somut bir olay oldu. Niğde'de iki kişi öldürüldü. Bu olayla yakından uzaktan bir ilişkim yoktu. Bu olayın sanığı olarak aranmaya başladım. Niğde'de kalmam söz konusu olamazdı. Hukuki durumumu netleştirmek için ayrıldım. Ayrıldıktan sonra, Türkiye çapında aranan bir insan olarak faaliyetlerimi sürdürdüm.

    -Bu gidiş belli bir disiplin dahilinde mi oldu?

    -Kendi başıma bir gidiş değildi. Bir çok bölgede kaldım. inandığım, doğru bildiğim şeyleri hayata geçirmeye çalıştım. En son 12 Eylül öncesi Artvin'e geldim.

    -Yani, 12 Eylül seni Artvin'de yakaladı. Artvin'i anlatır mısın?

    -Evet. Artvin'de geniş bir kitle desteği vardı. Bu insanlar aydındı, demokrattı, inanıyorlardı, devrimcilere inanıyorlardı. Bizim Niğde'deki gibi bir saflaşma yaşanmıyordu. Sağın gücü yoktu. Devrimci Yol ağırlıklı bir kentti.

    -Profesyonel bir yaşam nasıl oluyor?

    -Ben Niğde'de de böyle yaşıyordum. Günün yirmidört saatini devrimciliğe ayırıyordum. Aile yaşantım kalmamıştı. Özel yaşantım yoktu. Kız arkadaşım yoktu. Bütün anlattığım çalışmalar için birebir koşturan bir insandım. Ailemin en büyük şikayeti; beni ayda bir iki ayda bir görmeleriydi. Bu giderek ailemle aramda bir uçuruma dönüştü. Siyasal tercihimi yaptığım andan itibaren profesyonelce yaşadım.

    -Gurbette profesyonellik bir başka olsa gerek. O duyguyu öğrenmek istemiştim.

    -Şimdi, gurbette daha fazla gerginleşiyorsun. Aranır bir insansın. Tetikte yaşıyorsun. Gidip geldiğin yerler sınırlı. insanlarla ilişkilerini sınırlıyorsun. Kod isimle dolaşıyorsun. insanlar seni tanımıyor. Tanıması için zaman gerekiyor.

    -Bir boşluk yaratmıyor mu? Kaçma kovalamacayla geçen bir hayat pek çok şeyi ihmali getirmiyor mu? Aşk, cinsellik, aile..

    -Bütün bunların bir tek nedeni vardır. Elbette saydıkların insanın en temel ihtiyaçlarıdır. Fakat biz, fedakar insanlardık. Özel yaşantılarımızı inandığımız düşünceler doğrultusunda feda etmiştik. iyiniyetliydik, insanlara güveniyorduk. Söz gelimi ben, cebimden beş kuruş harcarken bile çok dikkatli harcardım. Bir yere oturup yemek yeme ihtiyacı duymazdım. Çünkü bilirdim ki, o para binbir emekle yaratılan bir paradır. Lüks evlerde kalma ihtiyacı duymazdım. Peynir ekmek yemeyi yeğlerdim, lokantaya gimek yerine. Bizler böyle yaşardık. Bundan pişmanlık duymadım. Geçmişle ilgili, şöyle olsaydı, böyle olsaydı gibi bir serzenişim hiç olmadı. Bunlar bizim gönüllü tercihlerimizdi.

    -Belki fantazi bu söyleyeceklerim ama, insanın hem inandığı gibi yaşaması hem de kimi ihtiyaçlarını karşılaması. Böyle bir yaşam mümkün değil mi?

    -Kuşkusuz insanların bu türden istekleri olabilir. Bunlar son derece insani isteklerdir. Ama yapılıp yapılmayacağı subjektif bir durumdur. Niyete bağlıdır yani. Bizim subjektif tercihlerimiz, inandığımız dünya görüşünün ülkemizde biraz daha mesafe katetmesi düşüncesiyle şekillenmişti. Bir nedeni daha var bana göre; biz taşralı devrimcilerdik. Feodal kültürden gelen yönlerimiz vardı. Biraz delikanlıydık yani. Devrimci bir insan bize göre; aklıbaşında, oturaklı, dürüst, namuslu, erdemli olmalıydı. Devrimcilik, yıpranmaya açıktır. Erdemli olmazsak kısa sürede yıpranacağımızı bilirdik.

    -Bir tıkanma noktasına çekmek için söylemiyorum ama, insana özgüdür; bir evdesin, derme-çatma kötü bir ev, aranıyorsun, süreç seni, belki de bilmediğin bir yerlere doğru götürüyor. Keşke bunları yaşamasaydım, keşke burada olmasaydım diyebilir insan. Annesinin ya da sevgilisinin dizi dibinde olmak isteyebilir.

    -Bunu açıktan söylemek gerekir. Sırf bu röportaj yapılıyor diye söylemiyorum. Yaşamımda pişmanlık duyabileceğim hiç bir şey yapmadım. Geçmişe dönüp baktığımda; keşke şunları yaşamasaydım, dediğim hiç olmadı. Çünkü bu, benim seçimimdi. Rastlantılar sonucunda devrimci olan bir insan değilim ben. Neden değilim? Bunun altını çiziyorum . Bir, okuyan araştıran bir insandım. Bu, nereye gitsem kendisini gösteren bir özellikti. Tartışan bir insandım. iki, Niğde Cezaevi'nde 12 Mart hükümlüleri yatıyordu. Bizim tartışmalarımıza ivme katıyorlardı. Türkiye'nin bir çok yöresinden bu insanları görmeye gelenleri misafir ediyorduk evlerimizde. Tartışıyorduk. Bu tartışmalar bizi yeni araştırmalara yönlendiriyordu. Rüzgardan etkilenerek devrimci olmadım ben. Kelimenin tam anlamıyla; ne için mücadele ettiğini bilen insanlardık. Bu noktada, hangi kentte olduğumun hiç bir önemi olamaz. Önemli olan mücadelenin içinde olup olmamaktır.

    Burada, yeni gittiğin bir kentte, insanların seni tanıması gerekiyor. Tek yolu vardı bunun: Kendini böbürlenmeden, geçmişini siyasal bir koz olarak kullanmadan, iş bölümünde almış olduğun görevleri layıkıyla yerine getirerek yapabilirsin bunu. Kendini böyle kabullendiriyorsun. ilişkilerimiz, yaşamımız ortadaydı. Atanmış insanlar değildik. Atanmışlığı kabul etmiyorduk. Atanmışlık bir avantajdır. Ben bu avantajı hiç bir dönem kullanmadım. Bir bölgeye yukarıdan gelmiş bir insan imajını hiç takınmadım. Tam tersine, gittiğim her bölgede, insanların durumu neyse, kendimi öyle gördüm. Olumlu veya olumsuz ayrışmayı ve etkilenmeyi doğal sürece bıraktım. O anlamıyla, çok sıkı dostlarım olmuştur hayatta. Seven, güvenen insanlar olmuştur. Ama bundan rahatsızlık duyan insanlar da olmuştur. Çünkü, kendini atanmış diye tabir eden, kendisini dayatan insanlara karşı durduğum da olmuştur.

    -Bu anlattıkların biraz da iç sorunlar. Öyle anlaşılıyor ki, ortak bir siyasal kültürden söz etmek zor gibi. insanın içinde ne varsa, onlar pratiğe yansıyor.

    -Devrimci Yol hareketi ortaya koyduğu siyasal çözümlemelerle bir siyasal hareketti. Dünyanın ve Türkiye'nin o günkü durumuna uygun politikalar üretmesiyle bir hareketti. Yeni tip bir insan yaratma çabasıyla bir hareketti. Yeni bir kültür yaratma çabalarını da eklemek gerekir. Ama her zaman ve her yerde, beklenen gelişmeler yaşanmayabilir. Yazılanlarla, niyetlerle gerçekler arasında doğru orantılar kurulamadığı zamanlar olmuştur.

    Siyasette de bu böyledir. Faşist işgalin yaşandığı bölgelerle, işgal altında olmayan bölgelerdeki beklentilerin farklılaşması bu farklılıkla açıklanabilir. Faşist işgalin olmadığı bölgelerde bir rehavet vardır. Diğer bölgelerde ise, insanlar diridir. Tetikte yaşanır, ilişkiler tetiktedir. Diğer bölgelerde ise, bir şeylere bitmiş gözüyle bakılır. O zaman gündelik işlerin arasında boğulursunuz. Bir tıkanma başlar. Oysa biz, ülkede köklü bir değişimi önümüze koymuş bir harekettik. Bunlar çelişir.

    -Sonuçlara baktığımızda, bir yenilgi görüyoruz. Sürecin sizi, mevcut gücünüzün kaldıramayacağı bir yerlere doğru götürdüğünü hiç fark etmediniz mi?

    -Şu bir gerçekliktir; hızla yükselen bir muhalefet hareketi vardı. Düzenin her türlü kurumunu sorgulayan bir muhalefetti bu. Türkiye'yi yönetenler bu muhalefeti nasıl sustururuz, bunun hesabını yapıyorlardı. Muhalefetin sert bir müdahaleye maruz kalacağı biliniyordu. işte, falan bölgeler, kurtarılmış bölgeler diye tanıtılıyordu. Hedef haline getiriliyordu. Bütün bunların farkındaydık. Çünkü bizi kitlelerden tecrit edemiyorlardı. Ne diyeceklerdi bizlere; namussuz mu, silah kaçakçısı mı, hırsız mı, rüşvetçi mi? En fazla vatan hainliği, din elden gidiyor demogojisi yapılıyordu. Faşizmin bir yüzü de yalan ve demogojidir.

    Bunların hiç biri tutmadı. Geriye tek silahlı müdahale kaldı. Kendi beceriksizliklerini bizim üstümüze fatura ediyorlardı. Oysa biz, ne mecliste milletvekili, ne bakandık. Geliyorlardı. Bunun önlemini almak için zamanımız var mıydı? Örgütlülüğümüzün durumu neydi? Kadrolarımız yeterli miydi? Ne yapılabilirdi ki? Yapılacak tek şey; bu karanlık oyunu bozmaktı. Bu yalanları geniş kitlelere etkili yöntemlerle anlatmaktı. Günün birinde topyekün bir saldırıya maruz kalabilirdik. işler rahat olmayacaktı. Bir çok insanımızı kaybedebilirdik. Tartışıyorduk. Direnmek gerekiyordu. Solun pek çok kesiminin yaptığı gibi direnmeme, geri çekilme kararları alacak bir siyasal kültürümüz yoktu bizim. Ülkemizi seviyorduk. Nasıl olacağı noktasında tartışıyorduk.

    -Tartışmalar Artvin'le mi sınırlıydı?

    -Hem Artvin'de hem de ülke genelinde tartışıyorduk.

    -Bir kısım sol grup, Devrimci Yol'u bu noktada eleştiriyorlar. Bunlar solun ana gövdesini oluşturdukları halde, 12 Eylül'e karşı direnmediler, hazırlanmadılar, tartışmadılar..

    -Onların hepsi büyük bir yalandır. Devrimci Yol hareketi üstüne düşeni yapmıştır. Hem içe dönük hem de dergi sayfalarında bu sorunları tartışıyorduk. 1980-85 süreci direnmediler yalanına bir yanıt niteliğindedir.
    şimdi, devam edelim. Her bölgenin özgün şartlarını tespit ediyor ve ona göre tartışıyorduk. Bazı bölgelerin kapsamlı ve sert saldırılara maruz kalacağını tespit ediyor ve bu saldırılara nasıl bir örgütlenmeyle yanıt verileceğinin hesaplarını yapıyorduk. ilk amacımız; kadro kaybını önlemekti. Hareketin biraz daha daralması gibi bir sonuca gelip dayanıyordu tartışmalarımız.

    -Bu daralma yaşandı mı? Becerebildiniz mi?

    -Bunda elbette mesafe alındı. Mesafe alınmamış olsaydı, merkezi hareket dağıldığı halde, kıyıdan köşeden, 1985'lere kadar mücadele devam eder miydi? Devrimci Yol hareketi bu tarihe kadar, istenilen düzeyde olmasa da, ayakta kalmaya çalıştı.

    -12 Eylül'le birlikte Artvin'de neler oldu? biraz o süreci anlatabilir misin?

    -12 Eylül ilk geldiğinde, radyodan dinlemiştim. Yok, radyodan değil. Belediye anons yapmıştı. Bir evde üç arkadaş kalıyorduk.

    -O zaman belli bir sorumluluğun var mıydı? il sorumlusu falan gibi..

    -Biz sürekli hareket halindeki insanlardık. Hareket bize nerede ihtiyaç duyarsa, nerede görev verirse, oralara koşan insanlardık. O anlamıyla bir serbestliğim vardı.
    işte, böyle bir ortamda öğrendim darbeyi. O gece bir kaç insana ulaşıp durum değerlendirmesi yaptık. şehirde, bütün ilerici, demokrat insanların gözaltına alınmaya başladığını öğrendik. şehirlerde kalmanın imkansızlığı ortaya çıkmıştı. Artık yeni bir dönem başlıyordu. Bu döneme uymak zorundaydık. Üç arkadaş Artvin'i iki gün sonra terk ettik. Gündüz gözüyle, yürüyerek. Ardanuç, şavşat istikametine gittik. Yaklaşık otuz gün sürdü yolculuk. Yol boyunca insanları 12 Eylül'e karşı mücadeleye çağırdık. Çünkü, 12 Eylül bize göre yasal bir hareket değildi.

    -Yani kıra çıkış böyle mi başladı?

    -Evet. Bizim kır çalışmalarımız böyle başladı. 12 Eylül bir başlangıçtı. Nasıl seyredeceğini görmek gerekiyordu. Biz, direniş çağrıları yapıyorduk
    Derneklerin, sendikaların, partilerin kapatıldığını, yöneticilerin Selimiye'nin önünde ifade kuyruğunda olduğunu duyuyorduk. Hem bölgesel olarak hem de Türkiye genelinde direnişi örgütlemeye çalışıyorduk.
    Artvin'de, ilk günlerde süren gözaltılardan kurtulanlar dağa çıkıyordu. Büyük bir çoğunluk dağa çıktı.

    -Dağda nasıl bir hayat karşıladı sizi? Neler yaptınız?

    -ilk önümüze koyduğumuz hedef; dağda bir güvenlik kuşağı oluşturmaktı. Ve bu kuşak içerisinde siyasal faaliyetlerimizi sürdürecektik. Kadro kaybını önlemeye çalışacaktık. Ondan sonra yapılacakları, ülke genelindeki gelişmelere göre şekillendirecektik. Yani hemen şunu yapalım, bunu yapalım şeklinde bir tavrımız olmadı. Tek tek bölgesel çıkışlar yerine ülke genelinde yaşanacak bir çıkışın daha anlamlı olacağını düşünüyorduk.
    Bunun için, ilk başlarda insanları dağlara, köylere mevzilendirdik. Dağda ilk aylarımız böyle geçti. Yakalanmayan insanları organize ettik. Katılım arttıkça, insanları geri gönderdik.

    -Artvin civarından kaç kişi çıktı dağa, tahminen bir sayı verebilir misin?

    -Artvin'de yüzlerce insan dağa çıktı desem, abartılı olmaz. Biz, bu, kendiliğinden çıkışı durdurup, belli bir şekil vermeye koyulduk. O kadar insanı dağda barındıracak alt yapımız yoktu. Ülke genelinden kopmak, öne çıkmak istemiyorduk.

    -Peki, ülke geneliyle merkezi anlamda bir ilişkiniz var mıydı?

    -Tabii ki vardı. Haberleşmemiz söz konusuydu. Bu anlamda koordineli bir çıkıştan söz ediyorduk.

    -Dağdaki ilk günlerde zorluk çektiniz mi?

    -ilk çıktığımızda, yer üstünde sığınaklarda, mezralarda kalıyorduk. Yeraltı sığınaklarımız yoktu. Baktık ki, geceleri çok soğuk oluyor. Yeraltı sığınaklarına ihtiyaç duyduk.

    -Dağa çıkışınızdan öncesine dayanan bir hazırlığınız yoktu anlaşılan. Sığınaklar, yiyecek depoları..

    -Hayır, böyle bir şeyimiz yoktu. 12 Eylül'le birlikte başladık biz. Her türlü imkanlarımızı kendimiz yaratacaktık. Yataktır, yemektir, çadırdır. Köylerden temin etmeye başladık. Sığınaklar hazırladık. insanları yerleştirdik. Kamuflaj çalışmaları yaptık. Çünkü; bölge insanı, özellikle de çobanlar, köylüler, dağa çıkıyorlardı. Yerleştiğimiz bölgeleri insanların bilmemesi gerekiyordu. Buralarda, Türkiye'nin yeni dönemini tartışmaya başladık.
    Bu arada, operasyonlar, özellikle şehirlerde yoğunlaştı. Büyük gözaltılar yaşanıyordu. Köy operasyonları da başlıyordu. Operasyonlarda çatışmalar çıkıyordu. Ölen arkadaşlarımız oldu. Bu arada, Ankara'da Devrimci Yol'un lider kadrosunun yakalandığı duyuldu. Bu, bizler arasında büyük bir düş kırıklığı ve karamsarlığa yol açtı.
    Zaten şartlar çetindi. Aç kalıyorduk. Bölge operasyon yediği için sığınaklarımızı terk ediyor, arazide kalıyorduk. insanlarda büyük bir psikokolojik çöküntü başlamıştı. Bu işi başaramayacağız eğilimi çıkmaya başlamıştı. Teslim olmalar yaşanıyordu. ilk önce altıyüz kişi civarındaydık.Sayımız sürekli düşmeye başladı. Artvin'de olumsuz bir hava ortaya çıktı.

    Bu arada köylülere yönelik yoğun baskılar yaşanıyordu. Köy meydanında falakadan geçiriyorlardı. Yediden yetmişe dövüyorlardı köylüleri. Herhangi bir köyden aranan bir devrimci varsa, bütün köylü operasyona çıkartılıyordu. Bu baskılar köylülerde bir yılgınlığa yol açıyordu. «Biz devrimciyiz» deyip köylüden ekmek alıyorlar, ertesi gün gözaltına almaya geliyorlardı. Her evden belli miktarda bağış istiyorlardı. 12 Eylül yönetimine bağlılığı ölçüyorlardı bu yöntemle.

    -Peki siz ne yapıyordunuz bu arada?

    -ihbarcılık yapılmaması gerektiğini, silahların teslim edilmemesini, bağış yapılmamasını söylüyorduk. Ama, köylere düzenlenen operasyonları engelleme gücü olmadığı için, kimi olumsuzlukları önleyemiyorduk. Köylü herşeyin farkındaydı.

    -Şöyle bir durum çıkıyor ortaya; sizin bölgedeki varlığınız, halk açısından ıstıraba dönüşmüş bir süre sonra.

    -Devlet bunu istiyordu zaten. «Bunları yakalatın, işkence dursun» diyorlardı. Muhtarları dövüyorlar, gözaltına alıyorlardı. Mezralara, yaylalara çıkışı yasaklıyorlardı.

    -Peki bu sizi rahatsız etmiyor muydu? Haklılık haksızlık tartışmaları bir tarafa, insan rahatsız olur diye düşünüyorum. Benim yüzümden oluyor bütün bunlar diye düşünürüm ben.

    -Kuşkusuz, bizde de ıstırap yaratıyordu. Suyu kurut, balığı öldür politikası yürütülüyordu. Bu politikanın patenti bize ait değildi. Vietnam'da da uygulanmıştı.

    -Bu politikalar tuttu sonuçta.

    -Tuttu. Biz ne yaptık? Yakalanmamaya çalıştık. Karşı bir misillemeyi düşünmedik. Dağda bu gücümüz vardı. Pusu atabilirdik. Artvin bölgesi gerilla savaşına uygundur. Biz bunu yapmadık. Öne çıkmak istemedik. Bunu isteyenler olmadı değil, oldu. Ama engelledik. ideolojik mücadele yürüttük, kendi içimizde.

    -Genel olarak gerilla tarzıyla ilgili sormak istiyorum. PKK'nın eylemleri sol kesimden bile ciddi tepkiler topluyor. Kimi solcular diyorlar ki, «biz Che'nin gerillasını gördük. Masum insanların, sivillerin öldürülmesi bir tarafa, Che, köyden izinsiz tavuk alan bir gerillayı herkesin önünde tokatlamıştır. Kimsenin, bölge halkının burnunun kanamasına izin vermezdi.» Sen PKK'nın eylemleriyle ilgili ne düşünüyorsun?

    -PKK'nın askeri ve siyasi çizgisini ilk elden değerlendirebilecek bir konumda değilim. Bu konuda bir şeyler söyleme hakkını kendimde görmüyorum. Ama bu konudaki düşüncemi de saklı tutuyorum.

    Devam edersek, o günkü şartlarda köylülere, bizimle gönül birliği yapmış insanlara baskı ve şiddet uygulanırken, biz yalnızca ayakta kalma, var olma mücadelesi sürdürüyorduk. Çünkü; dünyanın neresine gidersen git, alt yapısı olmayan bir siyasal mücadele yenilmeye mahkumdur. ilişkilerin bozulduğu köylerde yeni ilişkilerin yaratılmasına çalışıyorduk. Bütün bunları güvenlik güçleriyle silahlı bir çatışma noktasına gelmeden yaptık. Zaman zaman insanlarımız öldü. Pusuya düştük. Kaçınılmaz çatışmalar oldu.

    -Artvin bölgesinden kaç kayıp verdiniz?

    -Şu an tam sayı vermem mümkün değil ama epey arkadaşımız öldü. Epey yaralandı. Pek çoğu acımasızca, işkencede, yaralıyken öldürüldü.

    -Şimdi şöyle bir durum çıkıyor ortaya. Hiç bir eylemlilikte bulunmasanız da, ülke genelinden öne çıkmıştınız. Ülke genel olarak sizin buluduğunuzdan daha geri bir noktadaydı. Bunu göremiyor muydunuz? Nasıl bir duygu acaba giderek yalnızlaştığının farkında olmak?

    -Yoğun yakalanmaların ardından, dönemin bize önemli görevler yüklediğinin farkındaydık. Duygusallıktan daha çok siyasallık bize yön veriyordu. Arkadaşlarımız öldürülüyor, bize sahip çıkan köylüler öldürülüyordu. Siyasallığı kaybetmiş olsaydık; başka yollara başvururduk. Biz siyasal uğraşlarımıza zarar verecek işler yapmadık. Aradığımız macera değildi. Haklı bir kavgayı yürütüyorduk. Bu sorumluluk ister.

    Başında söyledim, yetenekli insanlarımız vardı. Koca bir bölüğü etkisiz bırakabilirdik. Asla yapmadık bunu. Çünkü, ülkede bir kaos yaşanıyordu. Bir çok sol siyasetin önder kadroları yakalanmıştı. Devrimci Yol'un merkezi dağıtılmıştı. Tam bir keşmekeşlik ortamı vardı.

    -Karadeniz'in diğer bölgeleriyle ilişkileriniz var mıydı?

    -Takdir edersiniz ki, 12 Eylül'le birlikte iletişim rahat olmaktan çıkmıştı. Pek çok insan yakalandı. ilişkiler dağıtıldı. içeriye düşen insanın bildiği ilişkileri terk ediyorduk. Bir ilke vardır. Konuşmasa da, konuşmuş gibi davranmak gerekir. Zaman geliyordu, iki ayda, üç ayda bir görüşebiliyorduk. Bir de bunu iller bazında düşünün. Çünkü biz, arazi üzerinden ilişki kuruyorduk. Bir bölgeye gidiyorsun, bildiğin ilişkiler hep değişmiş. Sığınaklar ortaya çıkmış. Dağılan insanları bulmaya çalışıyorsun. ilişkiler o kadar sık değişiyor ki, yetişemiyorsun. Tabii, yakanlama riski de var.

    -Devrimci Yol'un Karadeniz'le içiçe geçmiş bir hali vardı. Sen diğer bölgeleri de gördün. Karadenizlileri Devrimci Yol'a yakınlaştıran neydi?

    -Karadeniz'in farkı şuydu: Bu bölgeler hareketin dışarıdan takviye yaptığı bölgelerdi. Bir Fatsa, bir Artvin gerçekliği vardı. Doğu Karadeniz'in bir çok bölgesinde bir Devrimci Yol gerçekliği yaşanıyordu. Ama bu çalışmalar başında da söylediğim gibi, dostun da düşmanın da bildiği çalışmalardı. Herkesin «buralar Türkiye topraklarına katılmalıdır»dediği bir dönemde, buraları korumak insanların kendi onurlarını korumak gibi bir şey olmuştu.

    -Yeri gelmişken sormak istiyorum. Karadenizliler sizi hayal kırıklığına uğrattı mı, ya da siz onları..

    -Ben bugüne kadar, bu sorumluluğu taşıdığım iddiasındayım. Tek bir köylüye, tek bir insana zarar vermedim. Tek bir insanın yakalanmasına neden olmadım. Ekmek aldığım, su içtiğim evlerin tek bir tanesini söylemedim. Belki bu, benim çok ağır işkencelerden geçmeme neden oldu ama bu tercihimi yaptığımı söyledim ben. Mehmet Ali Ağca'yı yakaladığını iddia eden bir sorgu ekibi vardı. Konuşmamı istiyorlardı. insanları ele vermemi istiyorlardı. Ben kendilerine şöyle bir soru sordum: «Siz hiç günlerce aç kaldınız mı? Donma tehlikesi geçirdiniz mi? Ben bunların hepsini yaşadım. Bana bu şartlarda kapısını açmış, yatağında yatırmış, sıcak çorba içirmiş, bir dilim ekmek vermiş insana ihanet edemem. Ölümle yaşam arasında bir tercih yapmamı istiyorsunuz. Öldürün beni.» Benim tavrım böyle oldu. Bunun takdirini halka bırakırım. Halkla her zaman iyi ilişkilerim olmuştur. Çünkü onlara asla ihanet etmedim.

    -Gerilla deyince benim aklıma riskleri, korkuları falan bir yana çok yoğun bir duygusallık geliyor. Bu duyguyu öğrenmek istiyorum. Nedir gerilla?

    -Gerilla deyince, bir şeyi birbirinden ayırt etmek gerekiyor. Gerilla, bu işin uzmanları tarafından tanımlanırken; seçkin insanlar topluluğu olarak tanımlanmıştır. Gerilla, siyasal ve askeri anlamda birikim sahibi olan, doğru inisiyatif koyan, hareket yeteneği olan insanlar topluluğu olarak bilinir. Fakat bizim ülkemizde böylesi bir süreç yaşanmadığı için, kimi eksiklikler hep olmuştur. Böyle bir geleneği olan ülkelerde gerilla kolay kolay yok edilemez. Çünkü, ne yaptığını bilir. Kendi alanlarında uzmanlardan oluşur. En zor şartlar altında yaşamasını bilir. Hayat şekillendirmiştir biraz da, savaş şekillendirmiştir. Bizim böyle bir şansımız yoktu.

    -Duygu olarak sormuştum.

    -Şöyle söyleyeyim. Ben kendimi özgür falan hissetmedim. Açık konuşmak lazım. Aklımda hep yeni dönemin sorunları vardı. Bir tarihi dönem bitmişti artık. Yeni bir dönem başlıyordu. Bu dönemin getirdiği sorunlar vardı. Belki yakalanmamıştım. istediğim ağacın altında oturabiliyordum. Kimi zaman doğadan bir otla, bir hayvanla besleniyordum. Bu özgürlüğümü kullanabiliyordum. Ama yeni dönemin sorunlarıyla doluylu kafamın içi. Bu anlamıyla rahat olduğumuz söylenemez. Bu işi götürüp götüremeyeceğimiz belli değildi. Günlerce sigarasız, aç kalıyordum. Yıkanamıyorsun, en temel ihtiyaçlarını karşılayamıyorsun. Bütün bu sıkıntıları yaşarken, oturup bir ağacın altında sigara içiyorum, özgürce dolaşıyorum demedim.

    -Partizan romanlarında daha çok bu işin duygusallığı veriliyor..

    -O işin romantik bölümüdür. Gerilla hiç bir zaman rahat olmaz. Gerilla, kendi içinde başlı başına bir sınavın verildiği bir olgudur. Yükü ağırdır. Yükü ağır olan insan rahat değildir. Bir örnek vereyim; ben renklerin bu kadar önemli olduğunu bilmezdim. Ne zaman yakalanıp cezaevine düştüm, dört duvar arasında renklerin farkına vardım. Özellikle de, ceviz yaprağı yeşiline karşı bir tutku başladı bende. Bununla ilgili bir de şiir yazdım, istersen okuyayım.

    -Tabii ne güzel olur.

    -Çamuru harmanlayan adımlarımızın seri sesi kışlalara ulaşıyorken/ henüz yaymamıştı ay gümüş süzme ışıklarının örtüsünü/ günü ardına saklamış çamların çakıl taşı dökülü göğsüne/ ve kozalağa uzanan sıcak ellerini seyrederken/ doğanın ceviz yaprağı yeşilinden huzuru kopardığını bilmezdim/ Ormanların eşsiz güzelliğindeki kucağına sermişken yaşamı/ Oysa bu mekanda bulunmaz doğallığında yeşilin tonları/ Orada bile ötende durur serçe büyüklüğündeki yosun parçası / Nemli duvar yarığının bir köşesine asmıştır duvağını/ kaç göz küçük vadisinin derinliğinde dolaşır şafakları/ Anlarım o vakit tüm dostlar güzel renklerin kovuğuna saklar Andersen düşlerini..

    -Daha önce yaptığımız bir sohbet sırasında, 1982 yılında Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi'nin kurulmasıyla başlatılan süreci eleştirmiştin. Bu görüşlerini açıklayabilir misin?

    -Gerilla savaşının her zaman objektif şartları vardır. Önemli olan subjektif şartlardır. Subjektif şartlar hazırlanırken, bu hazırlığın siyasal mücadelenin bir bütün olarak devam ettirilmesi gözönüne alınmalıdır. Örneğin, Artvin'de eğer dönemin dağılmışlığı, dönemin kaosu, bizim düğmeye basmamızla bitseydi, buna inansaydık, hiç durmaz basardık.

    -Nasıl yakalandığına gelmeden önce, son birşeyler söylemek ister misin?

    -Şunu söylemek isterim. Artvin halkı bugüne kadar tanıdığım en yiğit halktır. Onca baskıya, onca işkenceye rağmen kendi evlatlarına sahip çıkmış bir halktır. Ayakta kalmış bir halktır. O bölgenin devrimcileri tüm yaşananlara rağmen ayakta kalmış devrimcilerdir. Onurlarını dağda, işkencelerde, mahkemelerde, cezaevlerinde korumuşlardır. Bu anlamıyla Artvin Türkiye tarihinde özellikle de, Fatsa'dan ayrı bir rota çizer. itirafçılar çıkmamıştır Artvin'de. Bana göre Artvin, Devrimci Yol hareketinin dününün ve bugününün değerlendirilmesinde bir mihenktaşıdır. Geçmişin devrimci eleştirisi ancak, böyle pratik süreçlerin ortaya çıktığı alanların irdelenmesiyle olacaktır. Artvin halkına çok şey borçlu olduğuma inanıyorum. Biz onlara bir şeyler öğretmedik yalnızca, onlardan da çok şey öğrendik. Dağlarda nasıl yaşanılacağını, nasıl ayakta kalınacağını o insanların pratiklerinden öğrendik. Çünkü, çete savaşları yapmış bir bölgedir Artvin, Rus-Osmanlı savaşlarında. Döneme ve şartlara uymasını bilmiştir. Asıl olan bunların varlığı ve bunları kazanmış olmasıdır. Son söz niyetine bunları söyleyebilirim. şimdi yakalanmama geçmek istiyorum Yakalanmamı anlattacağım bölüm biraz uzun olacak gibi.

    Bir bölgeye gitmiştik. Yanımdaki kimi arkadaşları orada bıraktım. O bölge operasyon yedi. Bir arkadaşımız öldü, biri yaralandı, diğeri de yakalandı. Biz, o köye tekrar geri döndük. Olayın nasıl geliştiğini öğrenmek istiyorduk.

    -Kimdi ölen arkadaşınız?

    -ibrahim Çelik. Çok sevdiğim bir arkadaştı. Yürekli bir insandı. Belki adı, birileri gibi sağda solda söylenmiyordu ama Artvin'in yetiştirdiği devrimcilerdendi. Türkiye'nin o önemli dönemecine damgasını vuran insanlardandı.

    Bir grup arkadaş her türlü riski göze alarak operasyon bölgesine gittik. Dağılan gruplardan bir kısmını bulduk. Bana not bırakmışlardı. işte, burada kalmanın şartları yok, biz geldiğimiz yere dönüyoruz. Bizi falan yerde bulabilirsin, diye bir nottu. Ben, genelde ormanda tek başına dolaşırdım. Ormanda tek başına yaşamasını öğrenmiştim. Bana, tek bir yabani hayvan saldırmadı. Tek bir hayvana kurşun sıkmadım. Zaman zaman kaybolurdum. Üç saat, beş saat gezer, bulurdum yolumu. Bir çok insan benim bu yönüme şaşırırdı. Özellikle halktan insanlar tek başıma gezdiğime inanmazlardı.

    Gece uzun bir yolculuktan sonra not bırakan arkadaşları bulmaya gittim. Verilen noktaya ulaştım. iki, üç gün bekledim. Ne gelen vardı ne giden. Gidebilecekleri, ekmek alabilecekleri yerlere uğradım. Hiç birine uğramamışlardı. En son bir yere uğradım. Bu ev hep ekmek aldığımız bir evdi. Evin oğlu devrimciydi. Fakat bizi bırakıp gidenlerden birisiydi. Zor şartlara dayanamamıştı. Düşün, günlerdir arazideyim, yorgunum, uykusuzum. Evin köpeği bana alışıktı. Bütün diğer evlerdeki köpekler gibi. Köpek havlarsa, köyde sorun yaratır. Havlamadan yanıma geldi. Eve gittik. Evde misafirler vardı. içeri girip rahatsız etmek istemedim. Evin yanında bir ahırları vardı. Ahır sıcaktı. Bir tütün sardım. Tütünü içiyordum ki, sızmışım. Ahırın sıcaklığı uyutmuş beni. içimde herhangi bir kuşku yok. Defalarca bu yöntemle kalmışız o evde.

    Beni ahırda görmüşler. Meğer daha önce oğulları gidip teslim olmuş. Benimle ilgili bildiklerini anlatmış. Devlet ailesine, beni teslim etmezlerse rahat vermeyeceklerini söylemiş. Jandarmaya haber vermişler. Uyandım, elimdeki tütün sönmüş. Gün ağarmış. Kapıya yöneldim. Hemen manzarayı anladım. Pencereden baktım. Ahırın etrafı jandarmalarla kuşatılıyordu. Yapılacak bir şey yoktu. «Yolun sonuna geldik» dedim kendi kendime. Yapılacak tek şey vardı; ya ölecek ya da yırtacaktım. Çünkü, biz Mahirleri, Ulaşları örnek almışız. Hayati bir karar vermek gerekiyordu. Çemberi yarma kararı verdim. Hayatım boyunca hiç teslim olmadım. Yaşamayı denemek gerekiyordu. Kimse ölmek için çatışmalara girmez. Kimse birilerini öldürmek için de çatışmalara girmez. Bu gerekçelerle çatışmayı göze aldım. Yaşamam gerekiyordu. Hareketin geleceği açısından.

    Üstümde iki tane palto vardı. Bunları çıkardım. Bir köylü vardı, onu hatırladım. Bir çift öküzünü satıp yanıma gelmişti. «Al sana doksan bin lira, öküzlerimi sattım. Al bu parayı ve git buralardan, yazık olacak bu dağlarda sana» Böyle demişti. Bu sohbetimizi hatırladım.Tütün tabakamı çıkardım. Ekmek torbamı bıraktım. Bana ağırlık yapabilecek her şeyi attım üstümden. 28'lik şarjörümü taktım. Antika bir silahtı. Kapının açılmasını bekledim. Teslim ol çağrıları yapılıyordu. Uyarı ateşleri. Kapı açıldı. Önce bir köylü göründü, geri çekildi. Askerler yine havayı taradı. Silahımı ateşleyerek ok gibi fırladım dışarı. ilk çemberi yardım. Çatışma devam ediyordu. ikinci çemberi de yardım. Yoğun ateş altındaydım. Sırtımda bir uyuşma hissettim. Her taraf kar altındaydı. Parmaklarımdan şarjöre bir kan damladı. Ateş devam ediyordu. Ben karşılık veriyordum. Takviye güçler geldi. Ellerim uyuşuyordu. Kan kaybı çok yoğundu. Ellerim uyuşuyordu. Göz kapaklarım ağırlaşmıştı. Güç bela şarjörümü değiştirdim. Vücudum ateşler içinde yanıyor, bacaklarım, kollarım titriyordu. Durduğum yer tamamiyle kan olmuştu. Kanlı karları yiyordum. Sürekli teslim olmam isteniyordu. O an, ailemi düşündüm. Dört yıldır onları görmüyordum. Sonra o an ki duygularımı cezaevinde şiirleştirdim;

    Bağrında öldüğüm kanlı karları/ Ekmeği karla yediğim günler/Dalıp giderdim çocukluğuma/Dudaklarımda annemin gülüşü/Ah anne/ Kaç yıl oldu birbirimizden kopuşumuz/Elinde süt, yatak odamın kapısından içeri girmen/ saçlarımı yıkadığın günler/ Saçlarım kurşun yağmuru anne/ Ah anne/ Bilemezsin ne hallerde olduğumu/ Bilsen, duysan yaşadıklarımı/ Kim bastırır çığlıklarını/ Oğul hasreti kana bulanınca/ Anne, baba, kardeşlerim/ En güzel yılları birlikte yaşayamadık/ Hepsi gelecek güzel günler içindi/ Birgün siz de anlarsınız isyan dolu gönlümü/ Ölüm bir köşe başında gözetlerken sürmenliklerimi/ Belki de hiç bir zaman bilemeyeceksiniz/ Nerede, nasıl, ne şekilde öldüğümü/ Belki de hiç bir zaman bilemeyeceksiniz/

    Bu duygularla doluydum. Adımı belgeleyen tek bir şey yoktu. Ve belki de oracıkta öldüğüm söylenecekti. Öyle bir dönemi yaşıyorduk. Birden tekmelerle kendime geldim. Operasyonu yürüten bir subaydı sanıyorum; «Yarası nerede» diye sordu. «Omuzunda» dediler. iki ayağıyla omuzlarıma çıkıp çiğnemeye başladı. Sol kolumu postalıyla kırdı. Epey bir dövdüler. Kemik etten dışarı çıkmıştı. Gülüyormuşum ama güldüğümün farkında değilim. «Komutanım, bu gülüyor» dediler. Bir tane uzman çavuş vardı «yeter» dedi. Cebinden bir sigara çıkarttı. Yaktı verdi. «Adını söyle hastaneye kaldıralım» dedi. «Bir sigaraya mı konuşturacağınızı düşündünüz» dedim. Nerelisin, diye dövüyorlar, kimliğimi öğrenmeye çalışıyorlardı. «Türkiyeli'yim» diyordum. Sürekli dövüyorlardı. Su istedim. Köy halkı bizi seyrediyordu. Su geldi. Ama vermiyordu. «Söz vermiştin» dedim. «Evet, al sana su» dedi. Bardağı yüzümde parçaladı. «Yaralı adamı dövmek yiğitlik mi? Sen yiğit adam mısın?» dedim. iyice tahrik oldular.

    Bir başçavuş geldi. «Adını söyle hastaneye kaldıralım» dedi. Zaman kazanmam gerekiyordu. «Tamam» dedim. Bir kağıt kalem getirdiler. Hüseyin Durmuş olduğumu söyledim. Ardanuç'tan Hüseyin Durmuş. Bir doktor getirdiler oraya, yaralı bir asker varmış, onun için oradaymış.. «Burada yapılacak bir şey yok» dedi. Arabaya bindirdiler. Kasaturalarla dövüyorlardı. şavşat'a geldik. Halk toplanmıştı. Arabadan aşağı attılar. insanlar ağlıyordu. Bütün gücümü topladım, ayağa kalktım. Hastaneye doğru yürümeye başladım. Beni bir odaya aldılar. Doktor, orada müdahale imkanının olmadığını söyledi. Artvin'e götürülmem gerekiyormuş. Kolumu kıran Yüzbaşı ve bir grup askerle Artvin'e doğru yola çıktık. Sürekli dövüyorlardı. Bir ara arabanın hızını kesti. Askerlere beni öldürmelerini söyledi. Bu arada karşıdan bir askeri cip geliyordu. Hemen birbirlerine koştular cipten inenler. Sonra hemen yola koyulduk. Ama son derece hızlı gidiyoruz. Sonra anlaşıldı tabii nedeni. Alaya götürdüler. Herkes alarm durumundaydı. Artvin bölgesindeki en geniş ve uzun süren çatışmaydı bizimkisi. ilk kayıplarını ben verdirmiştim. «işte, tertibinizi vuran bu» dediler.

    Beni tekrar reoya aldılar. Bölgede Hüseyin Durmuş adında birisinin olmadığını söyleyip gerçek adımı sordular. Sürekli dövüyorlardı. ilk raund bitmişti. içimi bir huzur kapladı. Bir şey söylememiştim. Artvin Devlet Hastanesine geldik. Döverek içeriye attılar. Sürekli adımı sorup dövüyorlardı. Anneme küfrettiler. «Anneme küfretmeyin, bana küfredin» dedim. Bir kısmı gelip ne kadar yiğit olduğumu falan söylüyorlardı. Yazık olacakmış benim gibi adama öldürmek istemiyorlarmış. Yaralı koluma odun sopalarıyla vuruyorlardı. Kasaturayı yaralarıma batırıyorlardı. Adımı istiyorlardı yalnızca.

    Birden odada büyük bir sessizlik oldu. Yüksek rütbeli birisi girdi içeri. Beni duvara dayadılar. Alkollü bir pamuk istedi. Yüzümde dolaştırdı. Pamuğa bakınca yüzümün tamamen kan içinde olduğunu anladım. Alnıma doğru elini götürdü. Oradakilere «bakın» dedi. Alnımdaki yarayı gösterdi. «Bu bizim Ali.» Hepsi büyük bir sevinç içindeydi. «Büyük balığı yakalamışız» diye konuşuyorlardı. Beni Sedat Göçmen diye arıyorlarmış. Sedat'ın Çorum'da yakalanmasıyla, dağlarda gezen bu Ali kim diyorlarmış kendi kendilerine. «Ali'nin kim olduğunu, nereden geldiğini anlatacaksın. Profesyonel bir adamsın belli. Herkes ardında iz bıraktı, bir sen bırakmadın.» Ali olduğumu kabul etmedim. Beni Ali olarak tanıyan birilerini getirdiler. Reddediyordum. Hüseyin Durmuş olduğumu söylüyordum. Onlar ise Ali'nin kim olduğunu, gerçek ismimi soruyorlardı. Sürekli dövüyorlardı. iyice kötüleşmiştim. Kollarıma bir şeyler taktılar. Hastane başhekimi geldi odaya. «Demek sen Ali'sin. Arabamın yakılma emrini veren, beni taciz eden» diyerek dövmeye başladı. Herkes dövüyordu odada.

    O günlerden birinde, iki kişi geldi odaya. Ellerinde bir teyp vardı. Teybi çalıştırdılar. Bir kadın ağlıyordu. O benim annemdi. Niğde'den geldiğini söylüyordu. «Benim ailem yok» dedim. «Bu kadar da olmaz, bu kadar taş yürekli olunamaz» dediler. Oysa ben taş yürekli değildim. insanları, ailemi seven birisiydim. Ama öyle davranmam gerekiyordu. Konuşursam, ailemle görüştüreceklerini söylüyorlardı. Annemi bana karşı koz olarak kullanacaklarını biliyordum. Gittiler. Az sonra saçlarına ak düşmüş bir kadını getirdiler. Annemi bıraktığımda saçlarında ak yoktu. Annemle babamı içeri aldılar. Ben hiç bir tepki göstermedim. O karışıklıkta, sadece, anneme bana sahip çıkmalarını söyledim.

    Gözlerimi açtığımda ameliyat masasındaydım. Sağlık durumumu sordum doktora. Narkozdan çıkar çıkmaz soru sormama şaşırdı. ilk defa gördüğünü söyledi. Sağlık durumumun iyi olduğunu yalnız kolumla ilgili bir şeyler söyleyemeyeceğini ifade etti. Kolumun kesilip kesilmeyeceğini sordum. Kangren tehlikesinin olduğunu, damarların parçalandığını söyledi. «Ben buranın doktoru değilim, Hacettepe mezunuyum» dedi. Bunu mesaj olarak algıladım. Bir parça moralim düzelmişti. işkencede, ifade vermeyeceğimi, savaş tutuklusu muamelesi yapılması gerektiğini, şu an tedavide olduğumu söyledim.

    Benim insanlara bir sözüm vardı. Bu sözümü tuttum. Doksandört gün kaldım sorguda. Sol kolumu kaybettim bütün bu işkenceler sonucunda.
    şimdi biz kan ve revan içinde yarattığımız bu değerleri topluma taşımasını bilemedik. Onyedi, onsekiz yaşında, tek bir çıkar gözetmeden, hayata kendilerini sunan insanları anlatamadık.
    --spoiler--
    0 ...
  1. henüz yorum girilmemiş
© 2025 uludağ sözlük