ey eski kamer, sen bizi elbette bilirsin!
annemdi o nurunda gezen zıllı-ı mehasin,
bendim o çocuk, bendim o simay-ı tehayyür.
bir gün ki hazan ufka kızıl dalgalı bir nur,
bir kanlı ziya haşrediyorken, onu bir yed,
bir bad-ı haşin aldı o rüyayı müebbed.
onbeş senedir, ufka güneş kanlı düşerken;
tenha ovadan, boş dereden akşamın erken
hüzniyle susan meşçerelerden gam-ı eylül
bir gölge yaparken, onu bir savt-ı tegafül
hasretle sorar kalbimi imla eden aha,
yerlerde yatan, sisli, donuk hüsn-i tebaha
avare felaket gülü, altın krizantem,
her tarh-ı hazan üstüne dökmüş yine matem,
durgun sular üstünde perişan ü mükedder
faslın dağınık ruhu bulut, sis gibi titrer;
yorgun, sarı yapraklar uçar bir kuru daldan,
bir hasta güneş ufka döker saye-i maden;
en son semalarda da ey eski kamer, sen
hüznünle yaparken acı bir lavha-i şiven,
çöllerde kalan bir küçücük makber-i bikes,
yollar bu muhitata kesik, şehkalı bir ses!