çocukluk sanrısı: aşkın insanları öldürdüğü üzerineydi. aç susuz nasıl yaşardı insan günlerce? demek ki aşk diye bir şey yoktu. baksana dünyada milyarlarca insan olduğuna göre.
gençlik sanrısı: aşk vardı ama ulaşılmazdı. bazen bir gözde, bazen bir sözde, bazen de hiç ummadığın birinin gölgesindeydi. hep teğet geçilen ama bir türlü içinden geçilemeyen bir halkaydı.
kendine gelme sanrısı: aşk mutlu olmaktan çok acı çekmektir, bile bile buna katlanmaktır. hay kafası kırılasıca, insan nasıl böyle bir aptallık yapıp da kendine işkence edebilirdi. her yaşananı aşk sanmak, aşkı sadece tensel ve maddi güzelliklere indirgeme sonucu, yaşanan büyük yanılsamanın verdiği hayal kırıklığı.
hayatının baharı, olgunluğa geçiş aşamasından önceki son sanrı: aşk güzeldi, belki vardı belki yok ama onu hissetmek bile güzeldi. bir kokudan, bir dokunuştan, bir sesten, bir gülüşten mutlu olabilmekti belki de. yanındayken bile özleyebilmek, uzakken yanında hissetmekten geçiyordu sırrı. ilk görüşte olmasa da zamanla biriken duyguların oluşturduğu patlamaydı, kim bilebilir?...
aşk hayatı yaşanır kılan en güzel duygudur ama insan aşka teğet geçiyor hep. nasıl beceriyor bilmiyorum ama gözünün önündeki güzelliği göremiyor ve değişimin farkına varamıyor. ki aşkın en büyük tanığı değişimdir. kimyadaki gibi aynı deneye giren elementler değişir ya, öyleyse aşk deneyine giren iki kişinin değişmesinden daha doğal ne olabilir. **