Kültür ve Sanat Vakfı (iKSV) Yönetim Kurulu Başkanı, işadamı ve sanatçı.
son yıllarda anılarını kaleme almış ve bunları Çağrışımlar, Tanıklıklar, Dostluklar adıyla yayınlamaya hazırlanıyordu. Kendisi göremedi ama kitap önümüzdeki mart ayında Remzi Kitabevi tarafından yayımlanacak.
Çocuklara bir çalgı öğretmek, Avrupanın aristokrat sınıfından kalma bir gelenekti bence. Burjuva aileler de çocuklarını görgülü yetiştirmek, müziği sevdirmek için bu geleneği sürdürmüşlerdi. Türkiyede varlıklı ailelerden birçoğu, önceleri Türk müziğinin, Tanzimattan sonra, özellikle Cumhuriyet döneminde Batı müziğinin öğrenilmesi için çalgı dersleri alınmasını benimsemişlerdi. Hatta Türkiyenin büyük kentlerindeki varlıklılar bir ev edinince, ailede müziğe ilgi duyan, çalgı çalmayı bilen kimse bulunmasa bile, bazen bir piyano satın alıp salonun ya da konuk odasının başköşesine oturtuyorlardı.
Babam belki de küçük bir aile oda orkestrası kurmayı düşlüyordu
Evimizin girişinde büyük mermer bir salon vardı. Salonun sağ ortasında, kışın sürekli yanan kocaman, yeşil çini bir soba, sol köşesinde benim için Almanyadan getirtilen siyah kuyruklu bir konser piyanosu dururdu. Daha altı yaşımdayken bir italyan öğretmenden piyano dersleri almaya başlamıştım. Babam altı oğlunun da birer çalgı çalmasını istiyor, belki de küçük bir aile oda orkestrası kurmayı düşlüyordu.
Büyük ağabeyim Nejat da benim gibi, küçükken müzik derslerine başlamış, keman çalmayı öğrenmişti. Nejat Beyden sonraki büyük ağabeylerim Vedat ve Kemal, babamın tüm itelemelerine karşın hiçbir çalgıya ilgi göstermemişler; Halukla Melihse, bir süre mandolin çalışmışlardı. Babam ille de benim piyano öğrenmemi istiyor, her gün kaç saat çalıştığımı denetliyordu. Oda orkestrası kurma umudunu yitiren babam, evde hiç değilse piyano eşliğinde keman çalınır diye düşünüyordu belki de.
Kuyruklu piyano bana beyaz dişli balina gibi görünmeye başlamıştı
Kuyruklu piyano giderek bana beyaz dişli bir balina gibi görünmeye başlamıştı. Geceleri düşlerime giriyor, korkuyla uyanıyordum. Bunalımlı piyano serüveni tam dört yıl sürmüştü. Sonra bir gün, alıştırmaları çalışırken birden sandalyeyi kaldırıp piyanoya çarpmış, beyaz tuşları kırmıştım. Babam tepkimi artık anlamış, piyano derslerine son verdirmişti. Müziğe sevgi duymam, piyano çalmayı öğrenmem için gösterilen onca çaba, müzikten kaçmama yol açmaktan başka bir işe yaramamış, bir daha piyanonun yanına gidip tuşlarına el sürmek bile içimden gelmemişti.
Yıllar sonra, Londrada öğrenim görürken hazırladığım bir raporu daktiloya çekmem gerekiyordu. Bir dostumdan aldığım daktiloyla yazmaya başlamıştım. Durup dururken sinirleniyor, tuşlara yanlış basıyor, sayfaları yırtıp yırtıp atıyordum; kan ter içinde kalmıştım. Bir an durup geçirdiğim bunalımın kaynağını düşündüm: Tuşlardı elbet... Piyano tuşlarına duyduğum tepki her tür tuşa yansımıştı. Yaşam boyu tuşlu araçlardan hiç hoşlanmadım; hatta parmaklarımın uçlarıyla bir şeyler yapmaktan bile hep kaçındım.
Taşlıkta açtığımız resim sergileri
Kapının ardında küçük bir taşlık bulunuyordu. ilkokula gittiğim yılın yazında, o taşlıkta bir resim sergisi açmak aklıma gelmişti. Beni götürdükleri bir sergiden mi, yoksa filmlerde gördüklerimden mi esinlenmiştim bilmiyorum. Düşüncemi mahalledeki iki arkadaşa anlatmıştım; onlarla kolları sıvayıp bana katılmışlar, beraberce hazırlıklara başlamıştık. Bizim resimlerimiz bir sergi açmaya yeterli değildi; yöreyi kapı kapı dolaşıyor, çocukların resimlerine bakıyor, güzel bulduklarımızı alıyorduk. Seçtiğimiz resimleri renk renk elişi kâğıtlarına yapıştırıp taşlığın duvarına asmıştık. Açılışa karşıdaki bakkal Ahmet Efendiyi, fırıncıyı, fırıncının çıraklarını, bizden annemi, Melih, Haluk, Fatma, Raşel, aşçı Emine Hanımı ve arkadaşlarımın anne babalarını çağırmıştık.
Sergi on beş gün açık kaldı; gelip geçenin önüne çıkıyor, çikolata tutup sergiye sokuyorduk. Sanıyorum geçenler, sergiyi görmekten çok çikolata yemeye geliyorlardı. Çocuk sergisini üç yıl boyunca açmıştık; onlar benim ilk sergilerimdi
Türk Şak adını taktılar
Bana, daha ilk günlerde Shak the Turk (Türk Şak) adını takmışlar, okulun Cheer Leaderi (gösteri lideri ya da maçlarda dendiği gibi amigo olarak çevrilebilir) seçmişlerdi. Gösteri liderinin başlıca görevleri profesörlerin ya da yönetimin onaylamadığımız girişimlerini protesto etmek, spor takımlarının maçları sırasında desteklenmesini sağlamak, ingiliz parlamentosunun ya da hükümetin özellikle eğitim konusunda olumlu bulmadığımız kararlarına karşı sokak mitingleri düzenlemekti.
Ulan kapitalist Şakir, milleti sömürüyorsun!
Can Yücelin şiirlerini de çok severdim. Gerçekte sevecen bir insan olan Can Yücel, içince sapıtır, bambaşka bir kişiliğe bürünür, önüne gelenle çıngar çıkarırdı. içmediği günlerde onunla sohbetlere dalardık; ama sarhoş olduğu zamanlarda kaçacak delik arardım. Çünkü durup dururken, kalabalık bir çevrede bile olsa, o kalın, koca sesiyle Ulan kapitalist Şakir, milleti sömürüyorsun! diye bas bas bağırırdı. Bazen de coşup şiirlerini okurdu bana. 1960'lardaki şiirlerinde babası üstüne dizeler sık sık geçiyordu. Bir gün, Sen kafayı babana takmışsın dediğimde, Babamın çocuğu yoktu, Cumhuriyeti vardı! diye yanıt vermişti.