Kızıl, kızıl, kıpkızıl... Tırnaklarının hıncında bağır çağır can çekişiyor garbı, gökyüzünün. Kışlara niyetli baharında hüznün, boyun bükük çaresizliğinde, solan umutları düşüyor tepelerinden söğüt ağaçlarının. Ağır yaralı güllerin aşk kokan yaraları diplerinde. Rüzgarlarla taşınmış, etraflara saçılmış.
Geceye gebe gün batımlarına pusu kurmuş gölgeler. Nefes alışların ensesinde büyütüyor sessizliği. Gâh eve gitme telaşından memurların, gâh yitip giden zamanından hayatların, güç bularak büyüyor. içine alınca her yeri, gecenin kendisi olarak sancılı gün doğumlarına umut ekerek doğuyor.
Sonra yıldızlar beliriyor tepelerde. Gözlerin gibi ışıl ışıl ve yokluğun gibi soğuk. Gölgesinde büyüyor yalnızlığım ve daldasında üşüyor "ben"im. Firari adımlarım uzaklaşırken insanların akarına, sisli boşluğun ortasında kayboluyor bedenim. Buğulu gözlerimin puslu ufuklarında hayalin, boğazıma düğümlenmiş sözlerim ve cebimde mektuplarımla uzaklaşıyorum herkesten.
Bazen bir dost eliyle siliniyor gözlerimin buğusu. Kalp atışlarımın izlerini takip eden bir çift gözün, yaralarımı saran birkaç kelâm sözün dağıttığı ücralarımda güçsüzleşiyor olmayan sabahlarım. Geceyi gün eden sözlerin emanetinde dağılıyor yalnızlığım.
Gün sayarken özgürlüğe, kalp atışlarımın esaretini görmüyor kimseler. Bana hep yeni umutlar vaat ediyorlar.