Kılıcını düşmanın bedeninden hırsla çıkardı savaşçı.bitmişti, sonunda onu da yenmişti. Artık kulakları işitsin, kalbi atsın istiyordu. Savaşmış ve kazanmıştı. Bu ödül onun hakkıydı. Hak ederek kazanmıştı.
Kılıcına dayanarak ayağa kalkmaya çalıştı. Sağ bacağına girmiş hançer umurunda değildi. O an önemli olan yağa kalkmaktı. Doğrulamadı, yere düştü. Öldürdüğü adamlardan birini hemen üstüne. Adamın hala boğazından kan sızıyordu. Savaşçı için kan yeni bir şey değildi. Kendini yuvarlayarak adamın üstünden indi. Bacağına baktı. Elini uzattı, hançeri kavradı. Fakat bir an için çekecek cesareti kendinde bulamadı. Bu lanet aletler girerken değil, çıkarken acıtıyordu. “Tanrı aşkına” dedi. “çıkart şunu”. Bir ani hareket, bir çığlık ve artık hançer kırların üzerinde idi. Üzerinde bir yılan sembolü olan bu hançerin izi saygın bir başka savaşçıdan kalacak başka bir anı değeri taşımıyordu. Her yılan gibi kalleşti çünkü. yılan sembolü , hazırlanan özel karışımların ve zehirlerin bir sembolüydü. uzun süre çekilecek ızdırapların habercisi.
Savaşçı sırt üstü yerde uzanıyordu. Gökyüzüne bakıyordu artık. Tüm şafak vakti ve öğle yi kralı için, hiç bilmediği bir ülkenin, hikayelerini hiç duymadığı insanlarını öldürmüştü. Düşmanlarının da kendi hikayesini bildiğini sanmıyordu. Yani eşit şartlarda savaşmışlardı. Bu tür bir kavga her savaşçının işine gelir. Onları savaşçı yapan budur. Bilmeden öldürmek... iz sürmek, tanımak, hikaye dinlemek bir casusun işidir. Savaşçı, meydana çıkar, meydan okur, kim gelirse onunla savaşır. O bir düşmanı öldürdüğünde kimleri üzdüğünü bilmez. Belki üç çocuklu bir babayı, belki yalnız bir adamı, belki de adi bir suçluyu öldürmüştür. Asla bilemez. Onun için meydan, kılıç ve düşman vardır. Gerisi aklının odalarının zeminindeki tozlardır. Savaşçının aklında da toza yer yoktur.
Birden savaşçı gökyüzüne fazla baktığını hissetti. Ayağa kalkmalı savaşa devam etmeliydi. Kavga bitmemişti. Hala alınacak canlar vardı. Kendisini ki de dahil. Kılıcını kabzasından tutup yere sapladı. Sol eliyle kılıcı, sağ eliyle yaralı bacağını tutarak doğrulmaya çalışıyordu.
Ve başardı.artık gözlerinin önünde sonsuz bir mavilik değil, kırmızı yeşil çimler vardı. Çimlerin arasından sayısız metalik parıltı vardı. Zırhlardan ve silahlardan gelen...hiç biri ait oldukları savaşçıyı bırakmamış, onunla aynı kadere razı olmuştu.
Ama bir terslik vardı. Meydandan çıt çıkmıyordu. Ne bir bağrışma, ne de metalik bir ses. Ayakta kalan pek kimse de yoktu. Onlarında kim oldukları seçilmiyordu. Ne kendi ne de düşman kralı görünürlerde idi.meydan cesetlere kalmıştı. Peki savaşı kim kazanmıştı acaba? Bunu sorabileceği en yakın adam uzakta bir siluet olarak görülüyordu. Oraya yürümesi de imkansızdı, bağırıp sesini duyurması da. Acaba kim kazanmıştı??