hep dibe batmaz ya insan... elbet var bir sonu ve vurduğu gibi ayakları yere, yükselmeye başlar hızla... güneşi görmek hiç bu kadar haz vermez insana, bahara karışmak da öyle... bahara karışmak güzel olmamıştır diğerleri kadar... işte böyle çıkarken melankolinin koyusundan, gözlerime bakıyorum... bir an bile kırpmak gelmiyor içimden. ahhh gözkapakları olmasa... bahara uzanmak zor sanırdım... bahar dedimse sonuna doğru... hala ısınırken inceden inceden ve yapraklar sarı sarı olmamışken daha... eylül ankara da... birden aşık olmuş buluyorum kendimi ankara ya... ki artık yasak ettiğim ne varsa kendime, bozmaya başlıyorum... hayalsiz yaşamak daha mı kolaydı diye soruyorum kendime, koca koca hayallere dalmışken... birden yakalıyorum kendimi... ahhhhh!!!
yosun kokusu dolu dolu ve kumsal öyle uzun... en güzeli yağmur altında bir sigara yakmaya çalışmak rüzgara karşı... karadeniz hırçın -ki böyle olmasa sevilmezdi asla!- ankara da sonbahara karışmışken ve umut etmeyi kötülerken kendime, dalgalar vuruyor ayaklarıma... su soğuk... karadeniz de öyle... tarifi zor bi kabul ediş kaplıyor her (y)anımı, susuyorum... oysa benim hiç yalnızlığım olmadı karadeniz de, hiç yaşamışlığım...
yağmur bastırıyor, sulara karışıyor ellerim... ankara da olmayı istemek garipliğinin içine giriveriyorum birden... ve ayaza karşı yürümek ankara da... güneşe koşmak neden zor, anlamıyorum bir türlü... zaten koşmak olmaz kaldırımlarında ankara nın. ağır ağır yürümek eller cepte ve birayı sakarya caddesinde içmek... ayrılışlar hep zor gelse de bırakıp pusunu ankarı nın, bursa ya, poyraza gitmek... lazım gelir her zaman... otobüs yolcukları daha bir zor gelmeye başlıyor... sezai karakoç okumak da bir o kadar keyifli, sen kaç köşeli yıldızsın? okul hiç bitmeecek gibi geliyor otobüs yolculukları gibi, yaş olmuş yirmi üç... askerlik duruyor karşımda öyle hain! -ulan ne olacak sanki, kısa dönem yap kurtul, diyesiymiş tuzu kuru olana!- şöyle lacileri çekip, araba istemez gözüm tok, işe gidesi geliyor insanın... ama okunacak o kadar kitap var ki daha... ve başlanmamış yazılar dolu önümde bir dünya...
bursa da geceler hep daha uzun... asker de değiliz ama -evet yapmadım daha, tecilli evet, tevellüt seksen dört!- üçü beşe bindirip nöbetçilik yapmak düşüyor payıma... uc uca eklenen sigaralar kalp kanseri yapar insanı... hastalıklar icad olunuyor -ah kalp kanseri- bana rastlıyor o da... hep yazıyorum...
artık karamsar başlamıyor cümleler... yalnızlık mevzu bahis değil! gözler kuru hep! şiir kurmak serbest ama! olabildiğine özgürüm kurarken, karadeniz de yağmur gibi... tuz kokusu daha bir anlamlı hale geliyor, dalgalara karışıyor ayaklarım... cebime sokmuyorum ellerimi artık... tutunmak lazım, titremek lazım öylece, soğuktan değil ama! ne işe yarar dudaklar, öpmedikten sonra? ne işe yarar bursa da olmak? eylüle karışmak arzusu dolup taşıyor, daha bir seviyorum ankara yı... ki en büyük yıkımlar orda aşansa da... insan güler evet, acı acı da olsa... benimse kahkahalar atmak geliyor içimden... bir anda bastırıyorum, üreğim geliyor aklıma, çocuk yüreğim... gülmeyi yasaklıyorum kendime saçma gelse de... büyü ulan diyorum, büyü artık ve yirmi üç yaşında olmaktan nefret eder buluyorum kendimi... evet beyazlar var saçlarımda, ki siyah olması daha bir çıkarıyor ortaya... yine de sarı saçlı olmak gelmiyor içimden, sahte diyorum, sahte ulan! sahte hep... sahte bir hayat yaşamadığıma şükrediyorum, evet... geceyi gündüze kavuşturmak bana mı kaldı... ki güneşin doğuşu bursa dayken güzel gelmiyor hiçbir zaman... ve haykırmak istiyorum açıp camı, sesimi duyurur muyum bilemiyorum... gözlerim kapanıyor yavaş yavaş, ellerim daha zaten yoruldu... benim daha yazacaklarım vardı ama; susuyorum işte...