hayata dair iç burkan detaylar

entry5914 galeri video18 ses2
    867.
  1. Bir Eylül günü arkamda köyümü, annemi, babamı, kardeşlerimi; bir gün önce ilk defa ayak bastığım şehrin şimdiye kadar gördüğüm hiçbir şeye benzemeyen büyülü çarşısını, dükkanlarını geride bırakıp, demir kapıdan geçerek, üzerinde "Hakkari Temel Yatılı Bölge Okulu" tabelasının asıldığı o soğuk, kasvetli okula girdiğim an, anadilimi arkamda bıraktığımı, artık bir süreliğine dilsiz kalacağımı bilmiyordum ama devlet Türkçe bilmediğimi bildiği için, bütün bunlara katlanmam gerektiğini çok iyi biliyordu. Kendi rızamla "okumaya", Türkçe öğrenmeye gelmiştim buraya. Buradakiler ise rızamı hiçe sayarak zorla öğreteceklerdi Türkçeyi bana.

    Hayatın tamamen Kürtçe yaşandığı, dağlar arasındaki derin bir vadide yer alan, her tarafın yemyeşil olduğu, ortasından gürül gürül berrak bir ırmak akan, tabiatın verdiği otlarla beslenen hayvanların bize verdikleriyle beslendiğimiz, arada bir meçhul yolcuların yolunun düştüğü bir yol üstü köyünden alıp getirdiler beni buraya.
    Dilim başıma bela...

    Askeri "toplama kampına" benzer bir yere girdiğimi bilmiyordum. Alelacele kayıt yaptırdılar ve hiç bekletmeden yatakhanenin altındaki hamama soktular beni. Köyden getirdiğim elbiselerimi kapının dışında bırakmıştım. Babamın eski bir paltosundan bir pantolon yapmıştı annem bana, oğlu şehre gidiyordu, fistanla gidecek hali yoktu ya... Bir de yakasız gömlek benzeri bir şey vardı üzerimde. Yeni elbiselerimi koltuğum altına sıkıştırdıklarında, eski elbiselerim çoktan harıl harıl yanan sobaya girmişti bile.

    Okuldaki ilk günün sonunda büyümüştüm artık. Köyde kalan çocukluğumu bir daha yaşamayacak, o saatten itibaren hep büyük bir adam gibi davranmak zorunda kalacaktım.

    Okulda yaşadığım ilk gecenin sonundan itibaren, kalacağım iki yıl boyunca anadilim başıma bela olacak, onu kullanmanın başıma açacağı felaketleri düşünerek neredeyse ondan korkar hale gelecektim. O zamana kadar birbirimizle anlaşma aracı olmasından başka hiçbir anlam yüklemediğim dil denilen şeyin dayak ve işkence aracı yapılabileceğini de hiç bilmiyordum. Konuştuğum dil Kürtçe dışında başka dillerin varlığından bile bihaberdim neredeyse. Bu okula girer girmez burada zorla bir dil öğretileceğini, onu öğrenmek ve kullanmak için bunca işkenceye tabi tutacaklarını söyleselerdi bana, buraya gelir miydim, zorla getirirlerse bile ilk bulduğum fırsatta kaçar mıydım buradan, onu da bilmiyordum.
    Bütün bunları o kadar kısa bir sürede öğrendim ki, kendi hızıma ben bile şaşırdım. Birkaç gün içinde kendi dilimi unutmak zorunda kaldım, yeni bir dilin dünyasına ilk adımımı attım.

    Türkçe öğrendim!

    Tel örgülerle çevriliydi okul. Şehrin içindeydi. Sabah kahvaltıdan önce bir etüt vardı, akşam yemeğinden sonra da etüt. Çarşıya çıkmak yasaktı. Ziyaretçilerle dilediğin an görüşmek yasaktı. Okula yiyecek sokmak yasaktı. Yüksek sesle konuşmak yasaktı. Manasız çocuk oyunları oynamak yasaktı. Öğretmenlerle "hazrola" geçmeden konuşmak yasaktı. Üstünü başını kirletmek yasaktı. Yatakhanede fısıldamak yasaktı. Akşam ayaklarını yıkamadan yatağa girmek yasaktı. Anneni özlemek yasaktı. Yemekleri beğenmemek yasaktı. Önüne konulan ekşimiş bulgur pilavını, suyun içinde yüzen mercimek çorbasına benzer şeyi, maşrapalara konulmuş soğuk çayı, kapuskayı, siyah mercimeği beğenmeyip yememek yasaktı, sarmaşıklara zarar vermek, pencerenin önüne ekilmiş, şimdi bile gördüğümde tuhaf bir duyguya kapıldığım rengarenk, nizami yetişmiş, adına "müdürün çiçekleri" dediğimiz çiçekleri koklamak, koparmak yasaktı.
    Ve en önemli yasağı, daha okula girdiğim ilk gün öğrettiler bana:
    Kürtçe konuşmak çok yasaktı!

    Niye yasaktı? Benim dilimden ne istiyorlardı? Neden zararlı kelimeler çıkıyordu ağzımdan? Allah neden bu dili vermişti bana? Nasıl bir suç işlemiştim de, Tanrı bana "yasak" bir dil vermişti? Büyüklerim bile bile neden bu yasak dili öğretmişlerdi bana?

    Oysa bu ana kadar, şimdi burada yasak olmayan dilden konuşan birçok kişi görmüştüm; köydeki evimiz yol üstündeydi ve bir sürü tahsildarın, öğretmenin, jandarmanın yolu düşüyordu evimize. Onlar bize hiç böyle davranmamışlardı. Gerçi hayal meyal, askere gidip gelenlerden artakalmış bazı hikayelerin kırıntıları vardı hala belliğimin bir yerinde, ama çocuk muhayyilem bunlara bir anlam verecek kadar gelişmemişti henüz.

    Peki yasağa karşı gelmek nasıl bir felaket getirebilirdi başıma? O zamana kadar bildiğim tek şey, mesela Allah’ın emirlerine karşı gelip namaz kılmamak, haram yemek, hırsızlık yapmak bir ceza nedeniydi ama o cezayı da bizim köydekiler vermiyordu; en büyük ceza Allah’ın cennetinden mahrum kalmaktı ve bu tek başına büyük bir cezaydı.
    Kürtçe masal yasaktı
    Peki şimdi bana yasaklanan dilimin yasağına karşı gelmek beni hangi cennetten mahrum bırakabilirdi? Annemin bana öğrettiği dilin bana yasaklanması beni çocukluğumun cennetinden uzaklaştırıp bilmediğim, en az o okulun yatakhaneleri kadar soğuk, kasvetli, bana yabancı başka bir dilin cehennemine atabilir o kadar. Çünkü bilmediğin bir dilden kendini ifade etmeni dayattıkları zaman sana, aynı zamanda o zamana kadar sana yabancı, yepyeni bir dünya kurmanı da isterler senden. Orası, o dili öğreninceye kadar geçen süre var ya, işte o süre senin cehennemindir; bunu sadece yaşayanlar bilir. Ama ben kararlıydım, kendi cennetimi kolay kolay terk etmeyecektim.

    Şairden destur, "akşam erken iniyordu" okulumuza. Sessizlik içinde yemeklerimizi yiyor, dışarıdaki çeşmede ayaklarımızı yıkıyor, koğuşlarımıza çekiliyorduk. Sessizlik esastı. Nöbetçi öğretmenler, ellerinde zincir ve kalaslarla dolaşıyorlardı koridorlarda. Yatakların üzerine serilen beyaz çarşafların tümü berbattı. Biz köylerden gelmiş, tuvalet terbiyesi almamış, bir arada bulunmanın kurallarını bilmeyen cahil çocuklardık. Koğuşlar çok soğuktu, kaloriferler yanmıyordu. Her koğuşta en az otuz kırk kişi kalıyorduk. Erkenden yataklara girince de uykumuz gelmiyordu. Ben de ışıkları sönmüş, dışarıdan gelen birtakım ölgün ışık yansımalarının hafifçe aydınlattığı koğuşta, battaniyeleri üzerlerine çekmiş, soğuktan tir tir titreyen kendi akranlarıma, köyde bırakmış olmam gereken, burada konuşulması zinhar yasak olan annemin bana öğrettiği, hepsinin benim kadar iyi bildiği Kürtçeyle onlara hikayeler, masallar, destanlar anlatıyordum her gece.

    Dayım Cebrail, Kürtçe sıfatıyla bir "çirokbêj'di, anlayacağınız iyi bir masal anlatıcısı yani. Çocukluğumun uzun kış gecelerini hep onun o büyülü masalları kısaltmıştı. Evimize gelsin diye yolunu dört gözle beklerdik. Gelir gelmez de, akşam yemeğinden sonra etrafına toplanır masal anlattırırdık. Hiç itiraz etmezdi. Şahmeran'dan başlar, Binbir Gece'nin efsunlu dünyasına götürürdü bizi. Kırkıncı odayı sakın açma derdi şehzadeye, ama her defasında kırkıncı odanın kapısı açılır, masalın kapısı da bambaşka bir dünyaya açılırdı. Sonra Memê Alan olurdum, Bozê Rewan'nın sırtında Mem ile Zin'in hikayesine eşlik ederdim. Hespê Reş (Kara At) gelirdi sonra, beni sırtına alır, Süphan Dağı'na, Siyaben û Xecê'nin aşkına mekan olmuş karlı yamaçlarına götürürdü. Berçelan yaylasında Binevşa Narin û Cembelîyê Kurê Mîrê Hekaran'ın uzun destanına eşlik ederdim bir tas soğuk su eşliğinde.

    Ya sıra dayağı ya itiraf

    Uzatmayayım, dayımın anlattığı, anlatırken eşliğinde uykuya yenik düştüğüm ve hala belleğimde onun sesiyle canlanan bütün o masalları, o destanları büyük bir iştahla anlatmaya başladım o kasvetli yatakhanede arkadaşlarıma. Dünyalar benimdi artık, hem kovulmuş olan cennetime geri dönme şansını yakalamış, hem de işe yarar biri gibi hissetmeye başlamıştım kendimi. Artık her gün, bir an önce bizi yatakhaneye götürsünler de, arkadaşlarıma masal anlatayım diye akşam vaktini iple çeker oldum.

    Ama saadetim uzun sürmedi. Farkına vardılar. Birinci sınıfların koğuşunda, kapıya kulağını dayamış olan bir öğretmen mırıltılar duyuyormuş her gece. Bir gece baskın düzenlediler ve beni Kürtçe masal anlatırken suçüstü yakaladılar. Karanlıkta anlatanı bulamadılar önce. Ya bütün koğuş sıra dayağından geçecek, ya da ben kendimi ele verecektim. Öyle yaptım, "masal anlatan bendim" dedim.

    Patiska bezinden uzun donlar vardı kıçımızda. Yukarı çekmemi emrettiler. Yatakhanenin ortasında, bütün arkadaşlarımın korku dolu bakışları arasında çıplak baldırlarıma demir cetvelle vurmaya başladılar.
    O gün galiba arş-ı alaya yükselen bütün feryatlarım Kürtçeydi. Kürtçe ağladım içinde tek bir Kürtçe kelime geçmeden. Madem devletinki inattı, o halde benimki katır inadıydı!
    Onlar beni dövdükçe ben masal anlattım; ben masal anlattıkça onlar beni dövmeye devam ettiler.
    Bu okulda dilim yüzünde yediğim ilk dayak değildi bu.
    Okul zindanım oldu
    Geç bir sonbahardı, okulun ilk ayları... Annem ziyaretime geldi. Yağmur sonrası berbat, kasvetli bir gün gibi kalmış aklımda. Annemin gelişi o günü bahara çevirdi. Birkaç aydır ayrı kalmış bir anne-oğlun ilk karşılaşmasıydı. Yere çömelip, kucağını kendisine doğru koşan, gözlerinin içine kadar gülen çocuğuna açmış bir annenin ağzından çıkan "ez gorî" (kurban olduğum) sözü, birkaç saniye içinde, o sevmeyi bile kıyamadığı evladının sırtına bir zincir darbesi olarak indi. Sabri Hoca meğerse arkamızda duruyormuş. Ana oğul, kendi dillerinde birbirine sarılıp hasret gideriyordu. Kürtçe hasret, yasaktı!
    Zincir darbesiyle yere yığıldım. Annem üzerime kapaklandı. Devletten korkmayı çoktan öğrenmişti. Onun için, o sarkık bıyıklı devlet memuruna sadece öfkeyle baktı. Sanırım o an, o dakika tek bir kelime bile olsun, Türkçe öğrenmemeye kasem etti. Şimdi 80 yaşını çoktan geride bırakmış. Susuzluktan ölse, sadece suyun adını Türkçe bilse sanırım istemez.
    Aşiret kadının öfkesi işte!
    Oğluna gelince...
    Ben o an, o dakika o devlet memuruna, onun işitmeyeceği bir sesle bir şey söyledim, söylediklerimi sanırım sadece ben işittim. Bana kalkan zincir sırtıma inerken her ne kadar Türkçe şangırdadıysa da, öfkelenmeyeceğim o dile! Gün gelecek, o dili senin gibi bir zebaniden çok daha iyi öğreneceğim! Sonra, zaman içinde Türkçe benim düşünme dilim oldu. iki dille büyüttüm kendimi. iki dilden gördüm rüyalarımı. iki dilden hüzünlendim. Ne zaman güzel bir Türkçe şiire rastlasam Kürtçeye çeviriyorum; ne zaman soluğumu kesen bir Kürtçe roman okusam Türkçeye çeviriyorum. Ne zaman Şivan Perwer dinlesem Kürt yanım şahlanıyor, ne zaman Neşet Ertaş'tan bir bozlak çalınsa kulağıma, yağız bir Türk oluyorum!
    Geçen ay memlekete gittim. O okulun binası hala orada duruyor, ama içinde askerler var; okulu şehir dışına taşımışlar. "Diyarbakır Cezaevi'ni ne yapalım" diye konuşuyoruz ya şimdi, orası da benim zindanımdı çocukluğumun en güzel yıllarında. * *
    0 ...