pazartesi, salı, çarşamba, perşembe, cuma, cumartesi ve bit pazarı. hergün pazar kurulan tenha bir şehirde büyüdüm ben. genelde bit pazarına gittim. pense, tornavida alıp, japon malı uzaktan kumandalı oyuncakları görmek heyecan veriyordu minik bünyeme. bit pazarına babayla gidilirdi. salı pazarları anne için bir önem taşıyordu nedense. belki de oğlana penye, çorap veyahut terlik alınabilecek yegane mekandı. bilinir ki o zamanlar adidas, nike bir statü belirtisi değildi. terlik varsa vardı ve bir terlik bir terlikdi.
üzerinde türkçe yazılar yazdığından terliklerimin, tahmince istanbul'un merdiven altı üretim mekanlarında geliyordu. 13-14 yaşındaki ufacık eller baliyi sürüp, terliğin alt tabanı ile ayağın üst kısmını saran parçasını birbirine yapıştırıyorlardı. emin ki dikişlileri de vardı bu terliklerin. fakat onlar haftanın herhangibir günü pazarında satılmadığından pek de bütçeye anlamlı gelmiyordu açıkcası.
işte o baliyi az süren bir veledin oyununa gelirdim ben eriğe dalıp ardından kaçarken. bir kamyon tekerinin patlamasına eşdeğer izler bırakırdı terliğimin kopması ruhumda. ayağını yerden kaldırdığın an yere yapışmış bir sakız gibi kalırdı oracıkta terlik.
hüzün yaratırdı bende eve giderken ayağımı yere sürümek. annem kızacaktı bilirdim. salı pazarına giderken türlü hesaplar dolacaktı kafasına. atlet mi terlik mi sorularıyla boğuşacaktı yol boyunca. kızardı ya severdi de sonra. yaramaz oğlanım derdi.
o haftanın salı pazarı dönüşü bir terlik olurdu poşetinde, 1 kilo da erik...