bozuksa sahibine acayip ızdırab veren makinadır. nereden mi biliyorum. hikayemi kısaca anlatayım efendim:
ben seretanın spottan, ikinci el alınmış fotoğraf makinasıyım.
spottan alınmış bir canon 400d nin başına neler gelebileceğini bu dünyada kaç duyarlı vatandaş düşünmüştür, ben hikayemi anlattıktan sonra da kaç vicdan ''vah vah'' çekecek bilmiyorum doğrusu ama umuyorum ki bu hikayeden vizörden bakmasını bilen güzel gözler ders alacaklardır.
varoluşumun filmini geriye doğru sardığımda hatırladığım ilk şey doğu bank ta bir dükkanda şişe dibi gibi gözlükleri olan hafif mütevekkil, her halinden öğrenci olduğu belli bir çocuğun ''abi biraz daha indirim yapamaz mısın'' dediğini, dükkanın köşesindeki tripodu kadraja pekte iyi oturtamayarak bir deneme çekimi yaptığını anımsıyorum.
dükkanın çırağının ilk hafızama girişi de bu güne denk gelir. kaypak bir tipti, her tavrıyla bir kapalı çarşı çocuğu, yalancı düzenbaz boktan esprileriyle kafa ütüleyen dangalağın biri. o an düşündüğüm komik gelebilir ama japonların sırf bir canon 400d bu çoğun boktan esprileriyle kendini tüketmesin diye ses kaydı özelliğini bünyeme koymadıklarını düşünmüştüm.
bir gün vitrinde en yakın rakibim nikon 60d ile yanyana durmuş ilk gelen hangimizi seçecek diye varlığından kuşku duyulmayan, ancak resmen tutuşulmamış bir iddianın sıkıntısı içerisindeyken ''o adam'' geldi. beni seçti. pazarlığını yaptı ve bu güzel şehre ilk kez objektifimi çevirmemi sağladı. galata kulesi ile galata köprüsü, kız kulesi, cihangirden bir akşam manzarası, taksimde protesto gösterileri, yeni caminin önünde kuşlara elindeki elma şekerini ikram eden kırmızı bereli sevimli kız, aynı tatlı veledin şekerini düşürmesiyle ağlamaya başlaması salya sümük... ve daha bir çok güzel kare fotoğraf...
ama o mesut günler çok sürmedi. bu şehrin onca güzelliğine rağmen kirli ve rutubetli havasından mı yoksa varoluşumdan getirdiğim kaçınılmaz bulantıdan mı anlayamadığım bir sıkıntı hasıl oldu beynimde. ana kartımda bir ur peyda oldu. hem de daha birkaç ay bile olmamışken..
sahibim beni aldığı yere getirdi. yine o yavşak çırak, o bağırış o spot mallar. o nikon d60 hala orda, sanki bana bakıp sırıtıyor gibi geliyordu. ilk sahibim beni orda ucuza geri vererek başka bir makina alıp gitti. giderken yüzüme bile bakmadan, ''allah belasını versin böyle makinanın'' diyerek uzaklaştı. yine yapayalnız kalmıştım, gerçi içerlendiğim tek şey o kırmızı bereli sevimli kızı bir daha görememekten başka bir şey değildi ama yine de aşağılanmışlık duygusunu da sindiremiyordum bir türlü.
lavuk çırak beni temizledi ''abi bunu birine kaktırırız gider'' dedi ve beni eski yerime koydu yine.
henüz iki gün bile geçmemişti biri geldi. amatördü, iyi niyetli ama bilgisizdi. pazarlık etti çırağın blöfünü göremedi ve hiç yoktan bir sürü para bayılarak beni aldı. yüzüne ilk kez dikkatli baktığımda o kırmızı bereli küçük çocuğun mutluluğu adeta gelip yeni sahibimin yüzüne ilişiverdiğini gördüm. bir an buruk bir sevinç kapladı içimi. çünkü biliyordum ki aynı yüzde çok geçmeden aynı küçük kızın elma şekerini yere düşürdükten sonraki ifadesi gelip yerleşecek, belki de benden bile nefret etmesine sebep olacaktı. ah bu benim amansız hastalığım...
öyle de oldu...
ilk iki ay hava değişiminden olsa gerek çok mutluydum, kendimi enerjik hissediyordum ve çektiğim kareler istanbuldan oldukça farklı ama bir o kadar da güzeldi. eski, yer yer sıvası dökülmüş, çatısı akmış köy evleri, köy insanlarının yüzlerindeki kırışıklıklarda bir ömür yaşanmışlıkların alenen okunuşu, bitmeyen bitmesini bile istemediğim, sahil boyunca kıvrılıp giden yollar, 94 yıl önce yaşanmış o büyük savaşın geride bıraktıkları, istanbuldan daha güzel olduğunu düşündüğüm çanakkale boğazı, deniz fenerleri, kilitbahir kalesi, benim bile duygulanmama sebep olan siperler, şekline şemaline anlam veremesemde güzel olduğunu düşündüğüm şehitler anıtı ve hastalığımın yeniden başgöstermesine neden olan, toprağın altında olması gerekirken bir vitrinin rafına konulmuş camın arkasından görüp dehşete kapılmama neden olan kafatasları...
hikayemin sonrası, en çileli günlerimin başlaması ile devam ediyor efendim. 5 ay boyunca gözümü her açtığımda başka bir teknik serviste buldum kendimi. kimi oramı buramı mıncıkladı, kederime keder oldu, kimi anakartımdaki tümörü bulup o sıcak iğnesini tam üstüne bastırarak canımı bir kat daha yaktı. bu arada sürekli yeni sahibimi düşündüm durdum. önümüzdeki yaz için söz vermişti ege turu yapacak, önümüze ne gelirse kadraja alacak hatta deklanşöre basmasına gerek olmaksızın o işi de ben yapacaktım. yapamayacağım bir şey için söz verdiğimde bile hastalığıma vererek beni daha fazla üzmemek için bir şey dememişti. ah güzel günler...
şu an bu satırları erkayaların sirkecideki teknik servisinden yazıyorum. henüz usta gelmedi. Dostum Seretanda gelmedi henüz. Bu gün yarın gelecek ve beni ciddi bir kefaret ile çıkartacak bu hastahaneden...