nobel ödüllü bir romanı hakkını vererek beyaz perdeye aktarmak daima zordur. ancak karşımızda ciddi manada hakkı verilmiş bir film var.
bir kasabada adamın birinin kör olmasıyla başlayan film, onu kontrol eden doktorun ve kasabanın tamamının kör olmasını ve bu körlük durumunda yüksek mevkidekilerin hastalarla kumar oynarcasına karantinaya kapatıp ihtiyaçlarını karşılamamalarını anlatıyor. kör olmayan tek insan doktorun karısıdır ve doğal olarak bu durumu diğer hastalardan gizler.
koğuşlar doldukça sorunlar çıkmaya başlar. üç koğuştan üçüncüsü kendisini kral ilan eden bir adamın grubudur ve bunlar tüm hastaları haraca bağlar. yiyeceğe karşılık değerli eşya isteyen koğuş, tüm değerli eşyalar bitince gözünü kadınlara diker...
film gerçek manada toplumsal körlüğe ışık tutuyor. insanların en zor zamanlarında bile ne kadar çıkarcı ve ne kadar bayağı olabileceklerini gerçek manada yüze vuruyor.
özellikle, doğuştan kör olan bir adamın da tecrit edildiği ve üçüncü koğuşun saymanı olması, normalde kör olan birinin körlerin halinden anlamasını bekleyenleri kesinlikle sarsacaktır.
hatta bir esnada koğuşların elektriği kesiliyor ve biz de bir süre bu körlüğe eşlik etmek zorunda kalıyoruz ister istemez, filmin uzunluğu nedeniyle seyircinin azalması muhtemel konsantrasyonunu böyle bir empati olayıyla çözmeyi düşünmüş olmalılar.
son periyotta ise uygarlığın körlükle savaşını izliyoruz. boşalan kente, görmediği halde organize bir şekilde toplanabilen grupçuklara şahitlik ediyoruz.
tarz ve konu olarak sineklerin tanrısı'na benzese de, modern çağın ütopyası olarak nitelendirebileceğimiz bu yapım insanlığın geçmişten bugüne çok da büyük bir yol almamış olduğunu ciddi manada sarsıcı bir şekilde dile getiriyor