Alpay Erdem'in yarattığı karikatür tiplemesi gibi sık sık gözlemlerdim oğlumu. Davranışlarını, başkalarıyla olan ilişkilerini, oyun oynarkenki hallerini.
Ve bir durum çok endişelendirirdi beni.
Ne zaman yaşıtı olan kuzeniyle bir araya gelip filmlerde gördükleri karate sahnelerini canladırmaya başlasalar dayak yeme rolüne soyunan hep benim oğlum olurdu. Aksiyonla eş zamanlı yükselen "dıfuaa", bufoaa" şeklindeki ses efektleri eşliğinde Van Damın tokata koşması canlandırılır, tekmelerin, yumrukların sahibi hep kuzeni olurdu.
Bizimkisi ise dayak yemenin hazzını keşfetmiş meczup gibi o koltuk senin bu kanepe benim oradan oraya atar dururdu kendini. Midesine aldığı darbe sonrası iki büklüm kesilip ağır çekimde geriye doğru sendelenir, önceden ağzına doldurduğu suyu kan tükürürmüşcesine üstüne boşaltırdı.
Çenesine aparkat yediğinde gözlerini kısıp başını geriye doğru atar, uçuşan dişleri temsil eden ufak kağıt parçacıkları üflerdi havaya.
Ve sonra hoop oğlum yine yerlerde. Düşerken eylemsizlik yasasına bile riayet eder halının üstünde ters takla atmayı ihmal etmezdi.
Tüm bunları yaparken büyük zevk alıyordu. Dayak yemeye doyamıyordu resmen. Bir kere olsun "şimdi ben van dam olacam" lafını duymadım ağzından. Bir an için rakibine karşılık verdiğini, cılızda olsa bir iki yumruk sallayıp şansını denediğini görmedim.
Tüm bunlar korkutuyordu beni. Oğlum niye hep ezik olanı oynuyordu? Yoksa kendini öyle mi görüyordu? Karaktersiz bir çocuk muydu? Film kahramanı olmayı kendine layık görmeyecek kadar özgüven yoksunu muydu? Kuzeni karşısında baskın çıkamayacak kadar kişiliksiz miydi?
Yoksa? Aman tanrım yoksa benim oğlum mazoşist miydi. Gözlerinden okunan zevke bakılırsa böyle olması da büyük ihtimaldi. "Eyvahlar olsun bu ilerde kesin ibne olur" du.
Yanıtı tam olarak bilemiyordum. Ama bildiğim ve kabul etmek istemediğim bir gerçek vardı ki o da bizim oğlandan hiç bir bok olmayacağıydı. Bu atılganlıkla çok iyi yerlere geleceği aşikar olan kuzeni ve ona benzer kişiler tarafından sömürülüp duracak, hayatın baş aktörleri yanında itilip kakılan bir figuran olarak yaşayacaktı.
Aradan yıllar geçti. Oğlum büyüdü yetişkin bir erkek oldu. Hani bu düşündüklerimi ona söylememiştim ama o, demediklerimi bir bir yedirmişti bana. Ne kadar da salakmışım. Ön yargılar gözlerimi nasıl kör etmiş. Oğlumun, sopa yedikçe şekilden şekle giren adam olma konusundaki istekliliği meğersem onun içinde bulunan sanatkar ruhundan ileri geliyormuş.
Öyle ya filmlerdeki kavga sahnelerini bir sanatçının bakış açısıyla izlersek cereyan eden olaydaki asıl maharetin dayak yiyen adam tarafından gösterildiğini anlayabiliriz. Gerçekte çenenin bir karış yanından geçen yumruğa sanki suratta patlamışcasına tepki verebilmek, vücuda değmemiş tekmenin ayakları yerden kesen etkisini gösterebilmek, basit kroşe ve tepik hareketlerinden çok daha büyük ustalık ve beceri isteyen bir iştir.
Kavga sahnesinin inandırıcılığını, izleyenleri içine alan bir gerçekçilik kazanmasını dayak yiyen adamın ifade kabiliyeti belirler.
işte benim oğlum, içinde hiç bir incelik ve kabiliyet göstergesinin bulunmadığı düz dayak atan adam olmak yerine, yeteneğini konuşturabilme fırsatını bulduğu dayak yiyen adam rolünü bunun için seçiyordu. Çünkü o sanatçı ruhunu ifade etmek için yaratılmıştı. Vücud dilinin hünerini sergilemekten büyük haz duyuyordu.
Büyük adam olacağı eşşek sudan gelinceye kadar dövüldüğü daha o oyunlardan belliydi. Ama benim man kafam bunu anlayamamıştı.
Oğlum şu an çok başarılı bir tiyatro oyuncusu. Kuzeni ise hep aynı klişe işlerle uğraşan mutsuz bir muhasebeci oldu. Yine de bazen, aralarında gerçek bir kavga çıksada bizimkisi bunun kafasını gözünü patlatsa, geçmişin öcünü alsa diye düşünmeden edemiyorum.
Baba yüreği işte.