güneşi gördüm

entry255 galeri video1
    131.
  1. --spoiler--
    "dağların yüksek kısımlarında, tepelerde yaz kış erimeyen karlar vardı. güneş açınca üzerleri buzlaşan camsı parlak bir tabaka ile örtülürdü karın yüzü. üstü sert altı yumşak olurdu. bu karın üstünde yürününce, ayağın bastığı yer içeriye çöker, 'kırt-kürt' diye ses çıkarırdı. doğulu türkmenlere, kürt denmesinin nedeni buydu. bölücülerin kürt dedikleri, yüksek yaylalarda, karlık bölgelerde yaşayan türklerin karda yürürken ayaklarından çıkardıkları sesin adıydı aslında."
    --spoiler--

    on iki eylül’ün muzaffer paşalarının “beyaz kitap”ında aynen bunlar yazmakta. evet, yirmi sekiz yıl geçti darbenin üzerinden, cumhuriyet baştan yaratıldı o dönem ve üstteki paragraf da bu yaratıma dâhil olan mitoslardan sadece bir tanesiydi. yukarıdaki adamlar realiteyi kafalarına göre eğip bükerken insanlar bilinçsizce biat etmeyi yeğlediler bu realiteye. o yukarıdaki kadirşinas adamlar bir milletin yerine düşünüp şöyle dediler: konuşmayacaksınız, yazmayacaksınız. belki televizyon, belki yazılı basın ama çoğunlukla milliyetçiliğin müthiş genelleme yetisiyle birbirimizden nefret eder olduk, alelade hem de… kötü deyişlerimiz arasına girdi kürt kelimesi, hakaret ederken ağza alınır oldu, kıro dedik birilerine, görüntüsü kendi dünya algımıza uymayan kişiye, hem de kıro’nun kirodan geldiğini, kironun kürtçe erkek çocuğu demek olduğunu bilmeden. istemeden nefret eder olduk, ne kadar milliyetçiliğe sarıldıkça, ne kadar “üsttekiler her zaman haklıdır” itimat ettikçe birbirimizden uzaklaştık. empati yoksunu olduk çıktık, yüksek binalar arasına hapsolup biraz uzaktakini hiç mi hiç önemsemedik. aynı vatanda yaşayıp kendimizi “türk”ün ve “kürt”ün içine hapsedip insan olduğumuzu unuttuk. “önce insan ol” bize çok klişe gelmiş olacak ki olmadık, olamadık. tüketen, çene çalan, muhitimizin sınırlarından çıkmayan kişiler olduk.

    didaktik paragraflardan hazzetmesem de üstteki paragrafı yazmam gerektiğini düşündüm. kırmızıgül’ün didaktik filmleri de tam bu yönde. beyaz melek filminde, lafı hiç dolandırmadan karakterlerin ağzından “sen suçlusun” mesajları veren mahsun kırmızıgül bu filmde hikâye anlatmayı seçmiş. eleştirel mesajlar senaryonun içinde pusuda yatar vaziyette ve sıraları geldiğinde beliriyorlar. ne yazık ki, bu mesajların içinin doldurulabildiğini ya da cesurca seyirciye ve başka şeylere saldırıya geçebildiğini söyleyemeyeceğim. kırmızıgül’ün eleştirmeye çalışıp o kadar çok orta yolu bulduğu yer var ki…

    bu filmin beyaz melek’i birçok yönden katladığı apaçık. “didaktik” olgusu beyaz melek’in bütün yapısını oluştururken güneşi gördümde aynı olgu bir mesele olmaktan uzak. pkk’lı görüp de televizyonda küfreden halktan muro filminde gülmesi beklenilmiş ve iki buçuk milyona yakın izleyici –hepsi güldü mü bilinmez- muro’ya akın etmişti. bu filmse pkk’yı basından takip eden izleyici kitlesinden bazı sahnelerinde, bir pkk gerillasıyla empati kurmasını bekliyor ki, burada kırmızıgül’ü cesaretinden ötürü takdir etmemek elde değil. köylü için asker de çıkıyor dağa, pkk’lı da. ve ortada kalan köylü kalıyor, asker vatanın bölünmez bütünlüğünü koruma çabasındayken, gerilla kimliğini kazanma belki de özgürlük peşinde. ya köylü, yaşamları allak bullak oluyor o kadar.

    köyde geçen sahnelerde, askerlerin fazlasıyla iyi, savaş ortamı dışında köylüye karşı babacan tavırlar sergilemeleri açıkçası üstte bahsettiğim orta yollu tavırlardan bir tanesi. bir çok köyü boşalttıran, köylüyü ancak korucu olursa köyünde bırakan, köyleri yakanın sanki aynı asker olmadığını düşünüyorsunuz. köydeki ataerkil düzen ve töreler kör göze parmak şeklinde seyirciye yansıtılırken açlık, işsizlik, devlet eliyle kurak bırakılmışlık unutuluyor, okulun uzaklığından dem vuran karakterin varlığı bile bir iki sahne sonra senaryonun bu toprakları terk etmesine engel olamıyor.

    elbette bunlar filmin kötü yönleri değiller. sadece beklentilerin karşılanmamasının haklı eleştirisi. posterde helikopterler, “biz sizin için dağa çıktık”larla dolu müthiş hazırlanmış bir fragman ve “buradaki çocukların kaderini kim yazıyor?” sloganı.

    asker köylüye, “köyü boşaltın” emri verir ve aileler boynu bükük, köyden ayrılırlar. zaten bu noktadan sonra ne pkk’ya, ne kürt sorununa ne de doğunun kurak bırakılmışlığına değinilir. vermek istenen mesajların doğuda yaşananlar hakkında keskin olmaması; askere, örgüte, köylere, oralarda yaşananlara çalakalem değinmesi kırmızıgül’ün samimiyetine inanmamızı engelliyor. o toprakları senaryoyu doldurmak için öylesine bir tema olarak mı kullanmıştı yoksa ciddi miydi?

    kırmızıgül aile köyden ayrıldıktan sonra senaryoyu kendi dediğinin aksine –muhalif olmak gerek- muhalif yönde değil, marjinal yönde şekillendirmeyi seçiyor ve halihazırda zaten türkçe konuşan aile istanbul’un varoşlarına hapsolan göçmen pozisyonuna sokuluyor. aile: göçmen, fakir, kalabalık ve kürt.

    fakirliğin, bihaberliğin, sıkışıp kalmışlığın içinde, göçün en berbat yansıması uyumdur ve en berbat yanılsaması da uyumdur. gettolara itilmek, çevreyi bilmemek ailenin uyum sağlamasını imkansızlaştırırken, onlar istanbul’a güven duyarlar. ama büyük şehrin karmaşıklığının ailenin etrafına ördüğü görünmez duvarlardan ötürü istanbul adlı cennet, istanbul adlı cinnet’e dönüşür.

    üçe ayrılan hikayede, istanbul’a yerleşen aile, kado ve norveçteki aile vardı. norveç kısmı filmin en ilgi çekici kısımlarından biri. bu kısımda sosyal devletin nasıl olması gerektiğine dair sözler söylenirken, türkiye cumhuriyeti devleti’nin yerlerde sürünen sosyal devlet anlayışı eleştiriliyor. bu durum malumun ilanı olmaktan öteye gitmediği için eleştirilecek pek bir şey yok, tek kafama takılan ana ile oğlun birbirlerine koştukları sahne, film boyunca mütemadiyen birileri koştuğu için bir yerden sonra bu rahatsızlık vermeye başlıyor.

    geldik filmin en ilginç ve en layıkıyla işlenmiş ayrıksı yerine. kado. her oyuncunun karakterin kendisi olduğu filmde kado rolünde cemal toktaş bir başka olmuş, muhteşem olmuş. pembelere bürünmek, küpeler takmak, makyaj yapmak… “erkeklik” sınırları dâhilinde bile pembeler ve küpeleri hoş karşılamayan bir zihniyete kendini inandırmaya çalışmak, “kadın” hissediyorum demek. ve dışlanmak ve alışık olmak kendinden olmayanı dışlayan insanlara… durumu kanıksamak, hapsolmak gettolara, dört duvarlara. aynı kürt aile gibi transseksüeller de toplumun içinde olup topluma dışarıdan bakanlardandı. toktaş’ın sahici oyunculuğu ve senaryonun hiç lafı uzatmadan derdini anlatabilmesinin neticesinde zannımca sahici bir portre çizilmiş. kardelen metaforunu çok sevdiğimi belirtmeliyim, kado’nun güneş doğarken ve çırılçıplak kalmışken yolun ortasında, kendini kadın hissederken ve bunu abilerine bağırmışken, yitmesi, o mermi (töre, ataerkillik) derisinin altına (transseksüelliğine) girmesi… filmin vermek istediğini tam anlamıyla verdiği, mesajı gediğine koyduğu muhteşem bir sahneydi.

    velhasılıkelam, kırmızıgül’ün kendini sinemasal ve oyunculuk anlamında ve de kısım kısım da senaristlikte geliştirdiğini gözlemlediğim bir film oldu. kırmızıgül yine koşuyor, karakterler yine birbirlerine sarılıyor, müzikler yine kendini belli ediyor ve hümanizmin kokusu ara sıra fazla safça gelse de film kendini izlettiriyor. mahsun’un film sonunda verip de gelenekselleştirdiği rakamlar en sıkı milliyetçiyi, her şeyden bihaber yaşarmış gibi yapan insanı bile sarsacak büyüklükte. evet, bu rakamlar malumun ilanı, hep oradaydılar, ama güneşi gördüm sayesinde insanlar görmek zorunda kaldılar. belki biraz bilinçlenirsek, birazcık, berfinler güneşi gördüklerinde ölmezler.

    --spoiler--
    diyarbakır barosu'nun raporuna göre 1990-1997 yılları arasında 3 bin 211 köy ve mezra boşaltıldı. sadece 1994 yılında 1800 köyün boşaltıldığı, 3 milyon kişinin kırsal kesimden kent merkezlerine göç ettiği vurgulandı. türkiye büyük millet meclisi insan hakları inceleme komisyonu raporuna göre ise, boşaltılan köy ve mezra sayısı 3 bin 688.
    --spoiler--
    0 ...